İş dünyası, kendi kazdığı çukura düşüyor. Önce asıl işlevi haber vermek olması gereken gazetecileri şirket tanıtımları için kullanıyorlar, sonra da medyanın habercilikten saptığından yakınıyorlar
Hürriyet Gazetesi yazarı Serdar Turgut, gazetenin cumartesi günkü ekindeki köşe yazısında, gazetecilerin reklamlara çıkma modasını, meslek etiği açısından çok sakıncalı görüyor ve bu konunun tartışılması gereğine işaret ediyordu.
Gazetecilerin reklamlara çıkmasının tartışmaya açılmasını ben de çok gerekli görüyorum ve sadece köşe yazarlarını değil gazete yöneticilerini de bu tartışmaya davet ederken, Serdar'ın yazısını tam metin olarak yandaki sütunlarda bilgilerinize sunuyorum.
Çok büyük ve saygın bir firmanın reklamlarına çıkmam için ilk teklif aldığımdan bu yana en az 10 yıl geçmiştir. Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım yıllardı. Ne kadar ısrar edildiğini ve o günlerde hayal bile edemeyeceğim miktarlarda yüksek paraların önüme konduğunu gayet iyi anımsıyorum. Taksiye bile zor para ayırabildiğim günlerde bir daire satın alabilmeme olanak tanıyacak kadar yüksek paralar... Reddetmem için fazla düşünmem gerekmedi.
Reklam filminde oynama önerileri Sabah ve Milliyet'te çalıştığım dönemlerde de sürdü. Hatta reklamcılar, en ünlü starlara ödedikleri paraların çok üstüne çıktıkları halde, tekliflerini hala nasıl olup da kabul etmediğimi anlamakta epey zorlanmışlardı.
Bugün gazeteci arkadaşlarımız, reklam filmlerinde boy gösteriyorlar. Bu konuda görüş belirten bazı gazeteci arkadaşlarımın aksine ben onların bu işi sadece para almak için yaptıklarını da sanmıyorum.
Aralarında saygınlığına gölge düşmüş herhangi bir isim yok. Zaten iş dünyası, posası çıkmış gazeteciyi kendi tanıtımı için reklama çıkartır mı hiç?
Sorun onların iyi niyetleri ya da reklamdan ne kadar para aldıkları değil. Sorun reklamın niteliği de değil (İş Bankası örneği). Hiç para almamış olsalar da farketmez, çünkü sorun meslek etiği.
Gazetecinin iş dünyasıyla, politikacıyla ve hatta patronuyla kendi arasına koyduğu mesafe, okurun gözünde çok önemli. 25 yıldır okurlarla sürekli iletişim içinde olan bir gazeteci olarak bundan kuşkum yok. Bu noktada gazetecinin uzmanlık alanının, reklamını yaptığı ürünle hiç ilgisi olmadığı yollu savunmaların da pek geçerliliği yok. Zira vatandaş, her türlü reklamın nihai amacının ne olduğunu gayet iyi biliyor ve satışın arkasında sevdiği köşe yazarını görmek istemiyor.
Pekiyi ya reklamveren, yani iş dünyası? Bir yandan reklamcılar ya da halkla ilişkiler şirketleri aracılığıyla, hatta bazen bizzat basının üzerinden ellerini çekmezken, diğer yandan da her fırsatta medyanın giderek magazinleştiğinden yakınıyorlar.
Bu vesiyleyle iş dünyasına da bir çift sözüm var:
* Aleyhinizde haber yapan medya kuruluşuna karşı reklamlarınızı kesmeyi şantaj olarak kullanmayı adet haline getirmeseydiniz
* Küçücük bir ürün tanıtımı için dünyanın dört bir yanına gazeteci götürüp en lüks otellerde ağırlamak gibi kötü huylar edinmeseydiniz (özellikle otomobilcilerin model tanıtımı için düzenledikleri gezileri fevkalade itici ve gazeteciye saygısızlık olarak görüyorum)
* Bir turistik ülkeden diğerine, bir sayfiye yöresinden ötekine koşuşturan turizm! yazarlarının kaleminden çıkmış tanıtım yazılarıyla gazete sütunlarının işgal edilmesi için yırtınmasaydınız
Bugün masasının başında oturup haber üretmeye çalışan -hangi seyahate gitsem diye aranmak yerine- gazeteci sayısı daha fazla olurdu. Hatta belki de ekonomideki ciddi sorunların gazetelerde yer almamasından yakınmanıza gerek bile kalmazdı.
Diyeceksiniz ki tek sorumlu biz miyiz? Gazete yönetimleri sütten çıkmış ak kaşık mı? Elbette değiller. Dolayısıyla çuvaldızı kendimize de batırmamız gerek.
Alman Lisesinde aynı sınıfta okuduğumuz için kısa pantalonlu haliyle tanıdığım sevgili Genel Yayın Yönetmenim Yalçın Doğan, 5 ay önce göreve ilk geldiğinde şirketlerin düzenlediği gereksiz dış seyahatlere izin vermeyeceğini dile getirmiş ve beni çok sevindirmişti. (Tabii bu demek değil ki hiçbir dış geziye gidilmeyecek. Sadece gerekli ile gereksizin ayrımından söz ediyorum)
Bence gazete yöneticileri, köşe yazarlarının reklamlara çıkmalarının, meslek etiğiyle ne kadar bağdaştığını da düşünmeliler. Gazetedeki köşelerinde bu konudaki görüşlerini sabırsızlıkla bekliyorum.
Gazeteci reklama çıkar mı?
Son dönemde adı kamuoyunda bilinen gazeteci-köşeyazarları televizyonda reklama çıkmaya başladılar.
Bu meselenin tartışılması gerekiyor.
Reklama çıkan arkadaşların iyi niyetlerinden bir şüphem yok.
Ancak mesele kişilerin niyetlerinin üzerinde olan bir konu.
Kurumsal bir mesele bu ve sonuçta meslek etiği ile bağlantılı.
Amerika'da gazeteciler sadece emekli olduklarından sonra reklamlara çıkarlar.
Ancak o durumda bile yaptıkları için doğru olup olmadığı yolunda tartışmalar vardır.
Bunun son örneği ünlü gazeteci David Brinkley olmuştur.
Bir düayen olarak kabul edilen Brinkley emekli olduktan sonra reklama çıktı ve müthiş eleştiri aldı.
Kamuoyu onun yılların emeğiyle yerleştirmiş, adeta kurumlaştırmış olduğu ismini hangi nedenlerle olursa olsun bir malın satışına adamasını kabul etmemişti.
Çalışan gazetecilerin reklama çıkmalarında ise tabii ki çok daha büyük sorunlar var.
Diyelim ki bir gazeteci reklama çıktı ve sonuçta satışına aracı olduğu malın "çürük" olduğu anlaşıldı.
Bu gazetecinin kendi sattığı mal hakkında doğruları yazması mümkün olamayacaktır.
Dahası çalışmakta olduğu gazeteyi de kendi reklamı nedeniyle zor durumda bırakacaktır.
Bu nedenle Amerika'da sosyal amaçlı kampanyalar dışında (örneğin sigara bıraktırma kampanyası gibi) gazeteciler reklama çıkamaz, reklamdan para kazanamaz, sosyal amaçlı kampanya nedeniyle para alırsa da bunu bir sosyal amaçlı vakfa bağışlar.
Türkiye'de kurallar ortada yok.
Dahası "para kazanma kültürü" toplumu son derece sağlıksız bir şekilde kapladığı için reklama çıkan gazetecilere, "ne olacak yani, iyi para kazanmıştır işte" mantığı ile bakılıyor.
Bu bakış açısının medya bağlamında kabul görmesi ve tartışılmaması çok büyük bir çürümeyi de yaratacaktır.
Unutulan şu ki köşe yazarları da artık kendi isimleri ile birer kurumdurlar.
Bu ismin mümkün olduğunca az darbe almasına çalışmak köşe yazarının hem okurlarına hem de o ismin oluşmasına yol açan gazetesine bir borcudur.
Reklam starlığı ise isme gölge düşürür.
Satılan malın ne olduğu katiyen önemli değildir.
Önemli olan satışta ismin aracı olmasıdır.
Köşe yazarı reklam kampanyası starlığına soyunduğu zaman, aslında meslek değiştirmiş olmaktadır.
Kendi asıl mesleği ile taban tabana zıt yeni bir mesleğe başlamıştır artık.
İkisini birlikte yaparım ve iki mesleğimde de ilkelerimden taviz vermem diyeceklerdir mutlaka.
Ama ilkeler kişilerin keyfine, kişinin kendini dürüst olarak algılayıp algılamamasına bırakılamaz.
Reklam starlığının ilkeleri, onun etiği, ahlak kuralları farklıdır.
Köşe yazarlığının ilkeleri, etiği, ahlak kuralları ise tamamen değişiktir.
Burada iş gazete yönetimlerine düşüyor.
Türkiye'de gelenekler işlemiyor.
Kurallar hep yeniden, isteyenin keyfine göre tanımlanıyor.
Çok para kazanmak her insanın talebi olabilir ama köşe yazarlığı çok büyük paralar kazanılacak bir meslek değildir. Bu doğaldır ve öyle olması da gerekir.
Özellikle İstanbul medyasında çalışan arkadaşlar yaşadıkları ve içinde bulundukları topluluğun "yaşam biçiminden" etkilenerek, gözleri kamaşarak gelir düzeylerini onlara yaklaştırmak gibi sonuçta imkansız ve ayrıca da gereksiz olan bir uğraşa giriyorlar.
İnsani zaaflardır bunlar ve bu nedenle de kurumsal düzeyde engellenmelidir.
Gazetecilerin sosyal amaçlı kampanyalar ve kendi gazetelerini tanıtma dışında reklama çıkmaları gazete yönetimleri tarafından yasaklanmalıdır.
Madem kendimizi gelenekler bağlamında tutamıyoruz öyleyse yapılacak tek şey yasak getirmek, başka çare yok.
Sanal vücut yaratılıyor
Tıp araştırmaları ve ilaç testlerinde kullanılmak üzere bilgisayarda insan vücudunun modeli yapılacak. Daha önce de sanal kalp modeline imza atan Amerikan şirketi Physiome Sciences, bu projeyi İngiliz danışmanlık şirketi PA Consulting'le birlikte yürütüyormuş.
Financial Times'da yer alan habere göre bilim adamları, ilk olarak bağışıklık sistemi üzerinde çalışacaklar. Projenin 18 ay sürecek ilk aşaması için 10 milyon dolar harcanacak. Eğer sanal bağışıklık sistemi başarıyla yapılabilirse, çok daha büyük çaplı bir yatırım gerektirecek olan tüm insan vücudu için de kollar sıvanacak.
Habere göre Physiome Science'ın geliştirdiği sanal kalp, her detayıyla gerçek kalbe benziyor. Sanal kalpteki mekanik ve elektronik özellikler kalp atışını sağlarken, biokimyasal özellikleri de gerçek hücrelerdeki reaksiyonları gerçekleştiriyor.
E - posta gönderme terbiyesi
"Aşağıda Avusturya Atatürkçü Düşünce Derneği'nin (her yaştan) "Gençliğe Çağrı"sını bulacaksınız. Eğer bizden bir daha böyle bir e - posta almak istemiyorsanız, lütfen bildiriniz."
Bilgisayarımdaki bu nazik nota hem şaşırdım, hem de çok sevindim. Zira hangi konularda yazdığıma ve nelerle daha yakından ilgilendiğime bakmaksızın beni listelerine katıp her allahın günü onlarca e - posta gönderenlerden öylesine bıkıp - usanmış durumdayım ki... Zaten gözlerimden dolayı hızlı okuma problemim var. Yıllardır her gün masamda biriken mektup ve faks mesajlarıyla gönderilen kitaplar, broşürler, dergiler, davetiyeler arasından en ilginçlerini seçmek için uğraşıyorum. Bir de şimdi Ermeni sorunundan Patagonyadaki gül cinslerine kadar aklınıza gelebilecek her konuda e - postama dizilmiş mesajlarla boğuşuyorum.
İnternet'te haberleşmenin de bir adabı olmalı. Gereksiz yere hatlar işgal edilmemeli. Kişiler rahatsız edilmemeli. Bu yazıyı yazmama fırsat verdiği için Avusturya - ADD'ye teşekkür borçluyum.
E - posta mesajının altında imzası olan Erol Güçlü'ye şu mesajı yolladım:
"Sayın Güçlü,
Duyarlılığınıza teşekkür ederiz. O kadar çok e - posta geliyor ki yazı konusu dışında olan uzun makaleleri zaten okuyamıyorum. Bundan böyle bana yollamazsanız sevinirim. Saygılarımla"
Ve karşılığında şu mesajı aldım:
"Sayın Tamer,
Uyarınız için teşekkürler. Artık listemizde değilsiniz. Saygılarımla"
Avusturya - ADD'nin gösterdiği bu duyarlılığın, önüne gelen her e - posta adresine olur olmaz mesajlar yollayan kişi ve kuruluşlara örnek olması dileğiyle...
Yazara E-Posta: mtamer@milliyet.com.tr