* Arkadaşıyla arabalarını yarıştırırken Çankaya Köşkü'nün duvarına bindirdi. Yanan arabada cayır cayır yandı.
* Gece yarısı gördüğü 2 genç kıza hava atmak için otomobiliyle aşırı hız yapan galerici duvara bindirdi. Aracı alev alev yanan genç, yanarak can verdi.
* Aşırı hız ölüm getirdi. Çankaya Köşkü'nün duvarı, lüks arabasıyla hız denemesi yapan gence mezar oldu.
Önceki günkü televizylonlarda ve gazetelerde duyduğum bu dehşet verici haber, ülkemizdeki trafik kazalarının 2 temel nedeninden biri olan aşırı sürat tutkusunun nelere malolabileceğinin son örneği.
Trafik kampanyamız başladığından beri kafama takılan konulardan biri, otomobillerdeki azami hız göstergesi. Biliyorsunuz gerek şehir içinde gerekse otoyollarda azami hız sınırı var. Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde var. Hatta sanırım Amerika'da şehirlerarası yollardaki hız sınırı, bizim otoyollardan daha düşük.
Okurlarımız bu durumu hatırlatıp haklı olarak şu soruyu soruyorlar: Madem ki biz sürücülerin 110 - 120 km'den fazla hız yapma olanağımız yok. Öyleyse neden otomobiller, her geçen gün daha gelişmiş motor güçleriyle, daha çok hız yapabilir duruma geliyorlar?
Çok yerinde bir soru! Otomobil üreticileri, pratikte kullanamayacağımız bir hızı, her pedala basışımızda gözlerimizin önüne neden koyup da bizi imrendiriyorlar? Türkiye'de televizyonun 3 - 4 kanal olduğu günlerde, ne işe yarayacağı belli olmayan 100 kanallı TV'lerin bol bol reklamı yapılır, tüketici de kullanma olanağı ufukta görünmediği halde reklamlara kanıp bu pahalı ve karmaşık TV'leri satın alırdı. Onlarca programlı çamaşır makineleri için de durum farklı değil. Hangimiz evimizde 2 - 3 programdan fazlasını kullanırız ki?
Herhalde firmalar, imaj olarak birbirlerine üstünlük sağlayabilmek amacıyla TV'lere kanal üstüne kanal, çamaşır makinelerine program üzerine program ekliyorlardı. Globalleşen dünyada rekabet ve maliteleri düşürme baskrısı sayesinde neyse ki bu moda galiba artık gerilerde kalıyor.
Dönelim, son model ve çok kaliteli otomobilinin hız ibresindeki rakamların cazibesine dayanamayarak ayağını pedalın sonuna kadar basan ve bu aymazlığını hayatıyla ödeyen genç galericinin yaptığı kazadan yola çıkarak otomobillerin, yapamayacakları büyüklükteki hız sınırlarıyla neden donatıldıklarına?
Ben bu soruyu bir süre önce gerek Renault Mais Genel Müdürü Onur Baytok, gerekse Toyotosa Genel Müdürü Hazım Kantarcı'ya sordum. Ama ikisi de açık yüreklilikle bugüne kadar bu konuyu hiç düşünmediklerini ve araştıracakları belirttiler. Tek söyleyebildikleri, motor gücünü yükseltmenin aracın ataklık kazanması için gerektiği, aracın atak olmasının ise sollama durumunda kendine ait şeride mümkün olduğunca kısa sürede geri dönmeyi sağladığı oldu. Bir bakıma hız göstergelerinde yazan ancak asla kullanılmaması gereken 230 - 250 km'lik hızların bir yan ürün olduğunu söylemeye getirdiler.
Bizde yok, ama Avrupa'da yüksek hız yapılabilen otoyollar var elbette. Dünya otomobil sanayiine söz geçirecek durumumuz olmadığını da biliyorum. Tam tersine bir avuç otomobil üreticisi, kendi aralarındaki rekabete rağmen, tüm dünyayı parselleyerek ülkelerin otomobil sanayiilerine gelişme fırsatı bırakmıyorlar. Bu konuda gelecek vaadedenleri de boğazlıyorlar.
Ama yine de hiç değilse çoğunluğun kullandığı orta halli otomobillerin, sürücüyü özendirmeyen daha mütevazi hız göstergelerine sahip olmaları mümkün olamaz mı?
Türkiye yollarında seyredecek bir otomobile 130 - 140 km'lik hız yeter de artar bile. BMW, Mercedes gibi üst gelir grubuna hitabeden otomobiller için bunu söylemiyorum. Zaten BMW Türkiye'de üretilmiyor, ithal ediliyor. Bizim yerli otomobiller daha az hız yapsalar, belki daha da ucuz olurlar.
Teknik konulardan hiç anlamayan, elindeki uzaktan kumandayı kullanmakta bile zaman zaman zorlanan biri olarak bu önerim çok saçma olabilir. Ama trafik kampanyamız başladığından bu yana okurlarımızdan bu yönde gelen soruları da yanıtlayacak birileri olmalı!
Eğer Baytok ve Kantarcı bile bu konu üzerinde bugüne dek düşünmediklerini söyleyebiliyorlarsa, benim öneriyi çürütse de makul bir yanıtı okurlarımıza aktarabilmekten mutluluk duyacağım. Fikri olanların bize ulaşmalarını bekliyorum.
İTÜ'nün araştırmasına göre, yemek alışkanlıklarımız zaman içinde değişse de damak kültürümüzü koruyoruz. Ancak yeni kuşağın tercihi, eski tadların sofraya hazır gıda olarak gelmesi. Közlenmiş biber ambalaja girip ticari nitelik kazanınca, beklenmedik bir satış grafiğini yakalamış. Gıda mühendislerine göre şimdi sıra biberle domatesi menemen olarak birlikte konserve etmekte. Yaşam biçimimizin değişmesiyle birlikte yemek alışkanlıklarımız da değişiyor. Nasıl ki pastırma ve sucuk bize göçebe toplum döneminin mirasıysa, modern yaşam da beslenme alışkanlıklarımızı etkiliyor.
Ancak İstanbul Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü'nun yaptığı bir araştırma, kırdan kente göçle birlikte yemek alışkanlıkları değişse de damak kültürünün değişmediğini, daha doğrusu
geleneksel tadların unutulmadığını ortaya koyuyor.
Doç. Dr. Onur Devres başkanlığında İstanbul'a göç etmiş Anadolu kökenli aileler arasında gıda tüketimi konusunda yapılan araştırma, 280 hanede, 3 değişik sosyo - ekonomik düzeyde 1310 kişiyi kapsıyor.
Bulgulara göre, gelir düzeyi düşük semtlerde ev hanımları marketlerde satılan bazı hazır gıda ürünlerini tanımadıkları için bu tür ürünleri evde üretmeyi tercih ediyorlar. Ancak ailede gelir düzeyi ve kadınların çalışma oranı yükseldikçe, ambalajlı gıdaya doğru kayma oluyor. Özellikle gençler, endüstriyel gıdaları tercih ediyorlar. Ancak burada dikkat çekici bir nokta var: Yeni kuşak da ailesinde gördüğü bildik tadları arıyor.
Buna en iyi örnek "közlenmiş biber". Öteden beri bildiğimiz biber, közlendikten sonra ambalaja girip de ticari nitelik kazanınca, yepyeni tüketici kitlesini yakalamış ve üretici firmaların tahmin edemediği bir satış grafiği çizmiş.
Rapor buradan yola çıkarak hazır gıda sanayine bir öneri getiriyor: "Geleneksel Türk tadlarını pratiğe geçirmenin zamanıdır. Çünkü biz Türkler ağız tadımızı olduğu gibi koruyoruz."
Benzeri potansiyele sahip diğer bir ürün olarak da domates ve biberin birlikte konserve edilmesiyle üretilen "menemen" gösterilmiş.
Azalarak da olsa aileler bazı gıdaları evde üretmeye de devam ediyorlar. En az gelire sahip birinci gelir grubundaki ailelerin
ucuz olması, ikinci gelir grubundaki ailelerin
temiz ve ucuz olması, üçüncü gelir grubundaki ailelerin ise
temiz ve lezzetli olması nedeniyle ev teknolojili gıdaları tercih ettikleri saptanmış.
Araştırma, Anadolu kökenli tüketiciler için önemli yer tutan tahıl ve baklagiller gibi taşra kaynaklı gıdaların beslenmedeki yeri, tercih edilme nedenleri ve hangi kaynaklardan sağlandığını da ortaya koyuyor. Ve bu konuda ürün bazında ilginç ayrıntılara yer veriyor:
* Mısır İstanbul'da çerez olarak algılanıyor, köylerde genelde dövülmüş halde yemeklik olarak kullanılıp geliri az olan aileler tarafından taşradan getirtiliyor.
* Her üç gelir grubundaki aileler az da olsa evde makarna yapsalar bile çocuklar hazır makarnaları daha çok seviyorlar.
* Tel ve arpa şehriye daha çok İstanbul'dan karşılanırken, tarhana ve erişte -büyük olasılıkla marketlerde satıldığı bilinmediğinden- her üç grupta ya kendisi yapıyor ya da köyünden getirtiyor.
* Gelir düzeyi arttıkça reçel, konserve, salça gibi gıdaların evde yapılma oranı azalmakta. Ama turşu gibi hazırlaması zahmetli olmayan gıdalar halen evde üretiliyor.
* Düşük gelirli aileler haftada bir kez sokaktan geçen sütçüden süt alıp, bunun büyük bir kısmını yoğurt yapıyorlar. Eğer sütçü yoğurt da satıyorsa, süt almadan sadece yoğurt alıyorlar. Pastörize ve sterilize edilmiş sütü sadece çocukları olan aileler alıyor. Gelir düzeyi arttıkça marketten süt alımı artıyor.
* Kırmızı mercimek yurt çapında üretimi yaygın olmadığından tamamına yakını İstanbul'dan temin ediliyor.
* Mantı her üç grup için de geleneksel bir yemek olması ve taze olarak tüketilmesi tercih edildiğinden evde üretiliyor.
Yazara E-Posta: M.Tamer@milliyet.com.tr