Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına en son katılan Hatay ilinin bu güzel ilçesi, kültür, tarih ve lezzet açısından eşi benzeri olmayan bir resim sunar.
Antik çağlarda “Doğu’nun Kraliçesi” olarak adlandırılan, eski adıyla Antiocheia; Roma ve İskenderiye’den sonra Roma İmparatorluğu’nun üçüncü önemli kentiydi. Bugünkü Antakya aslında tam da çağlar boyu çeşitli uygarlıkların yerleştiği noktanın üzerine kurulduğu için, mutlaka tarih öncesi çağlara kadar uzanan tarihini araştırmak o kadar da kolay olmamıştır. 1932-1939 yılları arasında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda geçmişi tüm ihtişamıyla ortaya çıkmaya başlamış ve kazılarda çıkan bazı eserler ve muhteşem mozaikler günümüze kadar Antakya Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmişti. Bugün yepyeni ve şanına layık bir müzeye kavuşan Antakya’nın olmazsa olmazı bu müzenin ziyaretidir. Hıristiyanlık tarihi için de çok önemli ve kadim bir yere sahip olan bu şehirde ilk kilise olarak bilinen St. Pierre Kilisesi’ni görmeden dönmek olmaz.
Asi Nehri olarak bilinen ve şehri ikiye bölen, kıyısında yürürken belki de bunun neresi asi diye düşüneceğiniz, antik çağların Orontes Nehri’nin adı, kendi içinde dolambaçlı ve hızla dönen akışı nedeniyle “isyancı” anlamına gelir. Sırtını Silpius (Habib-i Neccar) dağına dayamış, ayaklarını Orontes (Asi) Nehri’nin sularına uzatmış bu şehir ticaret yollarının üzerinde bulunması, Akdeniz’in en doğu kıyısında yer alması, Ortadoğu’ya ve Doğu’ya açılan kapı olması nedeniyle her zaman çok önemli bir yere sahip olmuştur tarihte.
Roma villalarından çıkan mozaikler
Antakya merkezi insanı şaşırtacak boyutta güzellikler sunar. Şehrin eski ve dar sokaklarında yürürken karşınıza sinagog, kiliseler ve camiler çıkar. Antakya çok kültürlü yapısını tarih boyunca korumuştur. Sünni Araplar ve Türklerin yanı sıra, Nusayriler, Süryaniler, Katolikler, Rum Ortodokslar, Protestan Araplar, Maruni Araplar, Ermeniler, Yahudiler ve diğer bazı küçük topluluklar bunun dinamikleridir.
Bu dinamikler sonucu sadece tarih, kültür, sanat açısından değil mutfakta da bir çok renklilik çıkar. Çok önemli ve zarif bir gastronomi kentidir Antakya. Tüm bu saydığım grupların etkilerinin dışında Osmanlı ve Fransız mutfakları da renk katmıştır sofralara ve tatların oluşmasına.
Şehrin meşhur çarşısında gezerken adı Antakya ile anılan künefenin yapım aşamasını da görebilirsiniz. Sofralar siz daha sipariş vermeden otlarla zenginleşmiş pek çok mezeyle dolar. Hiç bilmediğiniz, duymadığınız yemek ve meze adları uçuşur havada. Herkese, her damağa hitap eden çok kültürlü ve her mutfakla yarışacak iddiada bir zenginlikle karşılaşırsınız. Her köşede bir künefeci, her yerde kaliteli bir restoran ile damaklara şenlik yaşatır şehir. Antakya merkezin biraz dışında kalan Harbiye, eski adıyla Daphne; şelaleleri, Apollon ile Daphne’nin mitolojik hikayesi, el dokuma tezgahlarından çıkan muhteşem kumaşlarla, saf defne sabunlarıyla, ev reçelleriyle ziyaretçilerine doğanın içinde nefes alacak bir imkan sunuyor. Arkeoloji Müzesi’nde görüp hayran kalacağınız mozaikler buradaki Roma villalarından çıkmadır.
Dünyanın ilk tünelini görün
Asi Nehri’nin Akdeniz’e döküldüğü noktada bulunan Samandağ, antik çağdaki adıyla Seleucia Pieria tarihte önemli bir liman kentiydi. M.S. 1. yüzyılda liman havzasını kuma boğan selleri engellemek amacıyla Roma İmparatoru Vespasianus tarafından başlatılıp, oğlu İmparator Titus zamanında 1000 kişilik esir ordusuyla tam 10 yılda bitirilen, dünyanın ilk tüneli diye de adlandırılan, 1380 metre uzunluğundaki Titus Tüneli, antik kentin gezilebilen kalıntılarından Beşikli Mağarası ziyaret edilmeli. Şehrin sokaklarında dolaşırken Affan Kahvesi’nde soluklanmayı, meşhur Haytalı tatlısını denemeyi de unutmayın. Çevlik’te kıyı şeridinde Dervişan Tesisleri’nde yorgunluk atmanızı ve yemek yemenizi tavsiye ederim. Samandağ’a kadar gelmişken yapılması gerekenlerden biri, anıtsal Musa Ağacı’nı görmek, Türkiye’nin son Ermeni köyü Vakıflı’yı ziyaret etmektir. Köyün kadınlarının ev reçellerini almadan dönmemenizi öneririm.