Osman ULAGAY
Diana çağın zaaflarını taşıyan bir prenses olarak insanlara yakınlaştığı için efsaneleşmiş olabilir mi acaba?
Boston ve New York'ta geceyarılarına kadar kitapçılarda kalarak(geceyarısına kadar açık kalan kitapçıları ayrıca anlatacağım) garip bir tatmin(ya da tatminsizlik) yaşadıktan sonra Londra'ya geldiğimde talihsiz(ya da talihli) Prenses Diana'nın bir anda gündemime gireceğini hiç düşünmemiştim. Pazar sabahı Londra'daki otel odamın kapısına bırakılan gazetenin erken baskısındaki sürmanşet habere bakıp, sevgilisi Dodi'nin öldüğü kazada Prenses Diana'nın ciddi biçimde yaralandığını okuduğumda da dünyayı ayağa kaldıracak bir olayla karşı karşıya bulunduğumuzu henüz kavrayamamıştım.
Az sonra televizyondan Diana'nın da öldüğünü öğrendiğimde tuhaf bir burukluk duydum içimde; neredeyse hiç izlemediğim bu genç insanın, tam kendini bulmaya ve yaşamın tadını çıkarmaya başladığını düşündüğüm bir noktada ansızın ölümle karşılaşması beni etkilemişti galiba. Yıllar önce bir sabah tenhalığında Harrods mağazasında dolaşırken ansızın karşılaştığım ve o haliyle bana fevkalade sıradan görünen Prenses Diana'nın "halkın prensesi" olduğunu anlamam ve ölümünün yaratacağı olayın boyutlarını kavramam içinse saatlerin, hatta günlerin geçmesi gerekti.
Iskaladığım efsane Diana
Diana'nın ölümüyle dünyadaki tüm haber konuları gündemden düşmüş, dünya medyası bir anda Diana'ya kilitlenmişti adeta. İngiltere'nin dengeli yayına büyük önem veren kalite gazeteleri bile neredeyse tüm sayfalarını bu olaya ayırmış, "halkın prensesi" ilan edilen Diana'nın yaşamı ve ölümü gündemin tek maddesi haline gelmişti. Prenses Diana'nın adı Marilyn Monroe ve James Dean gibi genç yaşta ölen efsane isimlerle birlikte anılıyor, Amerikan halkının Başkan Kennedy'nin öldürülmesinden bu yana en büyük şoku yaşadığı belirtiliyordu. Dünyanın dört bir yanından Diana'nın anısına çiçekler ve mesajlar yağıyordu.
Ben sözde dünyayı izlediğini sanan biri olarak, Prenses Diana'nın önemini ölümüne dek tamamen ıskalamış olmanın şaşkınlığını yaşarken Prenses'in ölümü sonrasında gösterilen tepkinin kazandığı boyutlar, onu yakından izleyenleri bile şaşırtmıştı galiba. Bu şaşkınlık ortamında olayı yorumlamak isteyenler, pek çok olayın ardından yapıldığı gibi, sonsuz sayıda teori ürettiler, bu teorileri doğru kabul ederek açıklamalar yaptılar, sonuçlara vardılar.
Bu arada, gene her zaman olduğu gibi, komplo teorileri de üretildi, Diana'nın ve sevgilisi Dodi'nin ve dehşetengiz bir cinayete kurban gittikleri ileri sürüldü. Prensesi gerektiği gibi koruyamayan Fayed ailesine kızanlar çıktı. En yaygın kabul gören yorumların başında ise Diana ve sevgilisini sürekli olarak gözaltında tutan Paparazzilerin bu trajik ölümün başlıca sorumlusu olduğu yolundaki iddia geliyordu.
Çelişkiler çağı
Bu teorilerden bazılarında gerçek kırıntıları vardı her halde ama "Diana olayı" da, günümüzün birçok olayı gibi, basit teorilerle açıklanamayacak bir olay gibi görünmeye başlamıştı bana. Aslında belirsizliğin öne çıktığı, gündemin anlık belirlendiği, yakın geleceği görmenin bile zorlaştığı, çelişkilerle dolu bir çağı yaşıyorduk ama bu çağda olup biteni başka bir çağdan kalma inançlarımıza, alışkanlıklarımıza, düşünce kalıplarımıza göre yorumlayarak açıklamaya çalışıyorduk sanki. Bu çerçeve içinde beylik klişeleri tekrarlayıp duruyor, geçersiz teoriler icad edip kendimizi avutuyorduk. Diana'yı ölümünden sonra "halkın prensesi" ilan edebiliyor, bu olaya bakarak "Windsor sülalesinin çağdışılığını" ya da "Batı'nın yozlaşmış değerleri"ni keşfedebiliyorduk.
Bütün bunları yazdıktan sonra önümde iki seçenek kaldığını görür gibiyim. Ya "bir saçma teori de ben üretmeyeyim" deyip bu yazıyı noktalayacağım ya da kötü alışkanlığıma teslim olup en aklıma yatan teoriye(ya da açıklama tarzlarına) dayanarak dünyayı sarsan "Diana olayı"na kendime göre bir açıklama getirmeye çalışacağım.
Çağın prensesi
Diana galiba yaşadığımız dönemin özelliklerine uygun bir prenses olduğu için, çok güncel bir prenses olduğu için ölümü böylesine ilgi çekti, bir anda efsane isimler galerisindeki yerini aldı. Seçkinlerin etkisinin giderek azaldığı, kitlelerin belirleyiciliğinin öne çıktığı bir çağın prensesi olarak kitlelerin ardından ağladığı bir simge haline geldi. Diana ile ilgili anılarını anlatanların çoğu Prensesin dünyaya inerek kendilerine ve kendilerinden kötü durumda olanlara eğildiğini, dokunduğunu, sıcaklığını onlara hissettirdiğini vurguluyor. Prenses Diana'nın halktan farklılığı simgeleyen aileye, bir kuruma karşı bayrak açmasının ötesinde düzenin dışlanmışlarına yakın görünmeyi başarmış olması "Diana efsanesi"nin önemli bir öğesi mi acaba? Bu olay, hızyla değişen dünyada kendini kaybolmuş ve dışlanmış hissedenlerin aslında ne kadar sahipsiz olduklarının da bir göstergesi belki de.
Bunun ötesinde,(The Economist dergisinin belirttiği gibi), Diana yaşadığımız dönemin yapaylığını, yüzeyselliğini ve zaafiyetlerini yansıtan bir kahraman olduğu için, eskinin kusursuz prenseslerine benzemeyen bir prenses olmayı kabul ettiği için kendisini medyadan izleyen milyonların çağdaş prensesiydi sanki.
Ruhun açlığı
Yöneticilikle ilgili kitaplarıyla ün kazanan Charles Handy'nin son kitabı "Aç Ruh" adını taşıyor. Ruhsal beslenmemizin yetersiz kaldığını vurgulayan Handy, "insanlar paranın, maddi değerlerin dışında bir şeylerin, aşkın, dostluğun ya da başka bir şeyin açlığını çekiyor, farklı bir paylaşım noktası arıyor", derken acaba Diana efsanesinin bir başka boyutunu da açıklamış mı oluyor?
Son haftalardaki gelişmeleri Türkiye dışından izlerken sık sık şu soruyu sordum kendime: yaşadığımız olumsuzluklardan olumlu noktalara sıçrayabilir miyiz acaba? Olumsuz koşullarda yaşamaya alışmak bize gelecekte yararlanacağımız bir güçlülük kazandırabilir mi?
Bu sorulara sıçramamın bir nedeni ünlü "Asya kaplanları"nın başına gelenler. Yüksek tasarruf ve yatırım oranlarına, enflasyonsuz hızlı büyüme tempolarına imrendiğimiz (daha doğrusu bütün dünyanın imrendiği) Tayland, Malezya, Endonezya gibi ülkeler bir anda spekülatörlerin hedefi haline gelip paralarını ciddi biçimde devalüe etmeye zorlandılar, hisse senedi borsalarında büyük çöküşler yaşandı. Şimdi IMF'nin katkısıyla ve dış destekle durumu kurtarmaya çalışıyorlar ama faiz oranları hızla yükseldi, önümüzdeki yıllarda alıştıklarının çok altında büyüme hızlarına razı olmak durumundalar. Bu onlar için büyük bir şok, sanayi ve bankacılık sektörlerinde çok ciddi krizler yaşanabilir. Biz ise yüksek reel faizle yaşamaya alıştığımız için buradan daha normal oranlara doğru ilerleyebilsek kendimizi rahatlamış hissedebilecek durumdayız.
Bu sarsıntı Asya Kaplanları'nın bir anda mahvolduğu anlamına gelmiyor ama hiç olmazsa bir süre bu ülkelere akan sermaye çekimser davranacak, gidecek başka yerler arayacak. Zor koşullarda ayakta kalabildiğini kanıtlamış olan Türkiye tam bu noktada gerekli adımları atarak daha güvenli bir ülke görünümü verebilirse bu fırsattan yararlanabilir.
Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr