Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Osman ULAGAY

Enflasyonun düşmesi için önce politikacının halka hizmet anlayışının değişmesi ve bu davaya inanması gerekiyor.
Hiç bir alanda hiç bir takımımızın gösteremediği başarıyı(!) göstererek dünya enflasyon liginde şampiyonluğa iyice yaklaşan Türkiye'de enflasyonla mücadeleye kararlı olduğnu söyleyen bir hükümet iş başında. Başbakan Yılmaz, bugüne dek kimsenin başaramadığını başarıp Türkiye'yi 2000'lere tek haneli enflasyonla götürmenin onurunu taşımak istiyor. Ayrıntılı bir program hazırlayıp her kesimin bunu benimsemesi için çaba harcayan bürokratlar, programın eksiksiz uygulanması halinde hedeflere varmanın mümkün olduğunu savunuyorlar. İş aleminde de Türkiye'yi uygar dünyanın dışına iten enflasyondan kurtulmak için özveride bulunmaya hazır olduğunu açıklayan ağırlıklı isimler var. Bütün bunlar artık kronikleşen ve giderek daha da tırmanma eğilimi gösteren enflasyona karşı ciddi bir tavrın işaretleri.
Ancak tüm bu işaretlere karşın enflasyonla mücadelede başarının yakalanacağına ve 1998 hedeflerinin tutturulacağına inanmak kolay değil. 1997 yılının sonu yaklaştıkca 1998 yılı için belirlenen hedeflere inanmanın daha da zorlaşacağı izlenimi yaygın. Özellikle tüketici fiyatları endeksindeki 12 aylık artışın 1997 sonunda üç haneli rakamlara tırmanmasının neredeyse kaçınılmaz görünmesi, sokaktaki insanın eflasyonun 1998 yılında hızlı bir düşüşe geçeceğine inanmasını bir hayli zorlaştıracak. Bu ortamda işçisiyle, işvereniyle çeşitli toplum kesimlerini yüzde 50'lik hedefin gerçekleşeceğine ikna etmek de kolay olmayacak.

Sorun politikacıda

Türkiye'nin 1997 yılını utanç verici bir şekilde üç haneli enflasyonla kapatmasında en büyük sorumluluğun Refah - Yol döneminin politikacılarında olduğu kuşkusuz. "Denk bütçe" sahtekarlığıyla gizlenen kamu açıklarının ve ertelenen KİT zamlarının böyle bir sonuca zemin hazırladığı daha yılın ilk yarısında belliydi. Ancak mevcut hükümetin de payı var enflasyonun bu noktalara tırmanmasında. Yılmaz hükümeti de icraatının ilk aylarında her kesime bir şeyler vererek göze girme çabalarından geri durmadı, bir yandan sürekli "fren"den söz ederken diğer yandan ayağını gaz pedalından çekemedi. Ertelenen KİT zamları da devreye girince enflasyonun bu noktalara tırmanması kaçınılmaz oldu.
Şimdi hala hızlı giden bir arabaya sert fren yaptırmanın zorunlu hale geldiği bir viraja giriyoruz ama çoğu politikacının bunun ne anlama geldiğini kavradığı çok kuşkulu. Alışageldiği politika yapma tarzında halka hizmet götürmeyi para dağıtmakla ve temel atmakla özdeşleştiren politikacının bu paradigmanın dışına çıkamadığını, enflasyonu düşürmeyi "halka hizmet" olarak algılamadığını görüyoruz. Tipik politikacının aklı hala otoyol ya da köprü gibi gösterişli projelerin temelini atmakla, kendi bölgesinin ürününe yüksek fiyat sağlamakla, seçmenine devlet katında yer açmakla meşgul. Bu tip politikacının kamunun harcama disiplinini bozmak ve enflasyonla mücadele programını delmek için her yolu deneyeceğini de düşünebiliriz. Her şeyden önce bu politika yapma anlayışı değişmeden bu hükümetin enflasyonla mücadeleyi başarıya ulaştıracağına inanmak kolay değil.

Gözler Meclis'te

Türkiye yüksek enflasyonla yaşamaya fena halde alışmış olduğu için enflasyonu bünyeden atmak için gerekli olan adımları atma ve yapısal reformları gerçekleştirme konusunda toplumda bir mutabakat, bir konsensüs sağlanabilmiş değil. Yabana atılamayacak bir görüşe göre bu konsensüs belki de ancak enflasyonun çok daha yükseklere, yüzde 500'lere 1000'lere çıkması sonrasında sağlanabilecek. Ama enflasyonu böyle bir felaketi yaşamadan da bünyeden atmak mümkün ve bunun anahtarı Meclis'te. TBMM, hükümetin enflasyonla mücadele programına gerekli desteği verir ve sosyal güvenlik reformuyla vergi reformu gibi yapısal reformlar kısa sürede Meclis'ten geçirilebilirse içerde ve dışarda hükümetin inandırıcılığı büyük ölçüde artar. Hükümetin eflasyonla mücadele programına inandırıcılık kazandıracak bu reformları Meclis'ten çıkartabilmesi, bu mücadeleyi hedeflerine vardıracak bir iktidar gücüne sahip olduğunu kanıtlayacağı için çok önemli.
Yılmaz hükümeti bunu başarabildiği takdirde Uluslararası Para Fonu(IMF) ile anlaşmaya varma ve bu anlaşma sonrasında dış kaynak bulma olanaklarını genişletme açısından da önemli bir şans kazanacak. Muhalefetin ve özellikle CHP'nin de enflasyonla mücadelenin önemine inanması ve yapısal reformların Meclis'ten geçmesini desteklemesi halinde bu şansın yakalanması olasılığı artabilir.

İşveren ve işçi kesimi

Hükümetin 1998 enflasyon hedefine inandığını ve kendi hedeflerini buna göre belirleyeceğini açıklayan Koç Grubu'nun davranışı, iş aleminde hatırı sayılır bir kesimin eflasyonla mücadelenin ciddiyetine inanmak istediğini gösteriyor. İş aleminin bu uğurda özveriye hazır olduğunu belirtmesi de önemli bir gelişme.
Ancak iş aleminde daha önceki dönemlerden kalan bir güvensizlik var ve enflasyonla mücadelenin gene sulandırılacağını düşünenler hayli fazla. Yılmaz hükümetinin şu ana kadar açıkladığı hedefler ve attığı adımlar da bu güvensizliği kırmaya yetmiyor, iş alemi hükümetin enflasyonu frenleme niyetini somutlaştıran adımları ve yapısal reformları bekliyor.
Aynı güvensizlik işçi - memur kesiminde de var. Daha önceki istikrar programı uygulamalarında özverinin büyük bölümünü sırtlanmak zorunda bırakılan bu kesimin bu kez daha adil bir yük paylaşımı için talepkar olması doğal. Bu kesimi programa inandırmak ve yeni özverilere razı etmek belki daha zor olabilir.
Bu tablo enflasyonla mücadelede topun politikacıda olduğunu gösteriyor. Çareler az - çok belli, elde bir program var ama toplumun işin ciddiyetine inanması ve programın başarıya ulaşması politikacıların tavrına bağlı.


Enflasyonun öncelikle ücretli - maaşlı kesimi ezdiği, gelir dağılımını emekçi kesimin aleyhine bozduğu sır değil. Yandaki yazıda yer alan ve reel memur maaşlarının enflasyonlu yıllar içindeki gelişimini gösteren grafik bunun yalnızca bir göstergesi. Bunun yanı sıra pek çok gösterge emeğiyle çalışan kesimin enflasyondan en zararlı çıkan kesim olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye'de 1980'den bu yana uygulanan ve ne yazık ki hep yarım kalan enflasyonla mücadele ya da istikrar programlarının yükünü ücretli - maaşlı kesimin sırtlandığı da bir gerçek. Enflasyonun üç haneli rakamlara tırmandığı 1980 ve 1994 sonrasında bu kesimin uğradığı reel gelir kayıplarının boşukları unutulmuş değil.
Bütün bunlar ücretli - maaşlı kesimin temsilciliğini yaptığını iddia edenlerin ve siyasi hareketlerin, enflasyonla mücadelenin önde gelen destekçileri olması gerektiğini düşündürüyor. Şimdi enflasyonla mücadelenin gündemde olduğu bir ortamda, solu temsil eden parti ve kuruluşlar bu sürece nasıl katkı yapabileceklerini, bu süreci nasıl etkileyebileceklerini düşünseler fena mı olur? İktidarın sapmalarını görüp iktidarı bu mücadeleyi sonuca vardıracak biçimde zorlasalar fena mı olur?
Hiç de fena olmaz ve enflasyonla mücadelenin başarıya ulaşma şansı artar ama ne yazık ki kendini solda görenlerin çoğuna bu zor geliyor. Onların kolayına gelen şey, kırk yıllık sloganları tekrarlayıp ucuz popülizmi sürdürmek. "IMF'ye hayır" sloganıyla sözde yurtseverlik yapmak, "devlet malını sattırmam", diyerek devletçilik rüyaları görmek.
Bu kolay solculuğun emekçi kesime bir şey kazandırdığını ve solun gücüne önemli bir katkıda bulunduğunu ben pek hatırlamıyorum. Neler kaybettirdiğini ise emekçi kesimin ve solun bugünkü durumu sergiliyor.





Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr