Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Tam bir yıl önce 13 aralık 1995 günü Avrupa Parlamentosu, Türkiye'nin Avrupa Birliği(AB) ile gümrük birliğine girmesini onayladı. Bu olayın Türkiye'de nasıl büyük bir zafer havası içinde kutlandığını, Tansu Çiller'in bu olayı, bazı basın - yayın kuruluşlarının yoğun desteğini de arkasına alarak, nasıl bir seçim kozu olarak kullandığını henüz unutmadık. Türkiye bu kararla sanki yepyeni bir döneme giriyor, Sayın Çiller de bu büyük atılımı gerçekleştiren lider olarak halktan oy istiyordu.
Şimdi bir yıl sonra nasıl bir tabloyla karşı karşıyayız?
Her halde bir yıl önce çizilen tablodan tamamen farklı bir tabloyla karşı karşıyayız.
Bir yıl önce estirilen gümrük birliği rüzgarından eser kalmamış.
Bir yıl önce "bizi desteklerseniz Refah Partisi tehlikesini önlerim", diyerek Avrupa'yı kandıran Sayın Çiller şimdi Refah'la kolkola iktidara tutunuyor.
Türkiye, gümrük birliğinin onaylanmasını talep ederken Avrupa'ya yaptığı vaatlerin hiç birini yerine getirmemiş, insan hakları ve demokratikleşme cephesinde adım atmamış.
Türkiye, gümrük birliğinin uygulanması için gerekli olan bir gümrük kanununu çıkartamamış, bir rekabet kurulunu kuramamış, AB'nin anti - damping soruşturmalarına adeta çanak tutmuş.
AB ülkeleri, para birliği kriterlerine uyum sağlamak için, siyasi faturasını da göze alarak bütçe açıklarını GSMH'nın % 3'ü sınırına çekmeye çalışırken Türkiye makroekonomik istikrarı ve Avrupa'ya uyumu tamamen unutmuş, bütçe açığını % 10'lara tırmandırmış, enflasyonda üç haneli rakamlara koşuyor.
Dış ticaret verilerinin yakından izlenmesinin özel bir önem kazandığı gümrük birliğinin başladığı yılda Türkiye dış ticaret verilerini altı - yedi aylık gecikmelerle izler olmuş. Gümrük birliğinin çeşitli kesimlere etkisi konusunda
hiç bir ölçü yok elimizde.
Gümrük birliğinin Türkiye'ye kısa vadede getireceği en büyük avantajın yabancı yatırım sermayesi girişinde ciddi bir hızlanma olacağı söylenirken Türkiye'de yabancı sermayeyi caydıracak bir ortam yaratılmış ve yabancı sermaye izinleri artmak şöyle dursun yarı yarıya azalmış.
Gümrük birliğinin başladığı yılda Yunanistan'la ilişkilerini gerginleştiren Türkiye, Yunanlıların AB'nin mali desteğini bloke etmesi için fırsat yaratmış.
Neresinden bakarsanız bakın inanılmaz bir tablo. Sanki Türkiye'nin AB ile bütünleşmesini engellemek isteyenler Avrupalılara, "tam üyelik sizin neyinize, gümrük birliğini bile yüzünüze gözünüze bulaştırdınız", deme fırsatını vermek için elbirliği etmişler ve bu tabloyu yaratmışlar.
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile gümrük birliğini tamamlamasını sonuçta savunmuş biri olarak şimdi kendime soruyorum, "Türkiye'nin bu işe girmesi iyi mi oldu?", diye.
Evet bu soruyu soruyorum kendime, çünkü bu gidişin içerde ve dışarda, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesini istemeyenlere nasıl malzeme sağladığını görür gibiyim. Türkiye yarın - öbürgün, kendi iradesizliği ve idaresizliği nedeniyle ciddi krizlerle karşılaşırsa bunun faturasını gümrük birliğine kesmek isteyenler olacaktır.
Dünyada nükleer enerjiye bağımlılığın giderek azalması bekleniyor ama bu süreç yıllar alacak ve 2015 yılında bile dünya elektrik üretiminin % 12'si nükleer santrallerden sağlanacak.
Bazı ülkeler nükleer enerjiye bağımlılığı azaltmaya çalışırken özellikle Asya Kaplanları'nın yeni nükleer santral yatırımlarına hevesli olduğu görülüyor.
Enerji açığı tehdidiyle karşı karşıya bulunan Türkiye'de nükleer santral kurulup kurulmaması tartışılırken ilk ticari nükleer santralin kuruluşunun 40. yılında nükleer enerji konusundaki tartışma dünyada da sürüyor.
"Nükleer enerjiye hayır", diyenlerin bir numaralı kozu, 1986 yılında meydana gelen Çernobil kazası. İlk kez tüm dünyanın dikkatini nükleer enerjinin tehlikelerine çeken kazanın önemli miktarlarda radyoaktivite yaydığı, tüm nükleer santrallerin bu tehlikeyi taşıdığı, bu nedenle alternatif enerji tiplerinin keşfedilmesi gerektiği savunuldu. Ancak aradan geçen on yılda tatminkar bir alternatif bulunamadığı için, Çernobil'le başlayan anti - nükleer dalganın gücünü yitirmeye başladığı ileri sürülüyor.
"Nükleer enerjiye evet" diyenler bu tür enerjiden vazgeçmenin zorluğunu vurguluyorlar. Halen dünya elektik üretiminin % 17'sinin kaynağı nükleer enerji. 2015 yılına kadar bu oranın en iyimser hesapla % 12'ye düşmesi bekleniyor. Fransa ve Litvanya enerji tüketimlerinin % 75'i için nükleer enerjiye bağımlı. Bu oran Belçika ve İsveç için % 50; İsviçre, Güney Kore, İspanya için % 30 - 35 civarında. Bu oranları kısa sürede düşürmek olanaksız.
İş yeni nükleer santrallerin yapımına geldiğinde yine bir ikilem söz konusu: Enerji üretimi için gerekli olan nükleer santrallerin, Batı'nın serbest rekabet içindeki enerji piyasalarında özel sektör tarafından kurulması ne olası, ne de rantabl. 1000 megawatt'lık bir nükleer santral 4.5 milyar dolara 80 ayda yapılabilirken, ayn