Osman Ulagay
"Hastalıklı ülke" sayılmaktan bıktıysak ciddi tedaviye gerek olduğunu unutmayalım.
Türkiye'nin şu günlerdeki hali, nekahat dönemindeki bir hastanın durumuna benziyor sanki. Mahalledeki marketin sahibi, "bundan sonra ne olur bilmem ama bir musibetten kurtulduk galiba", diyor. Bir büyük grubun, toplumun çeşitli kesimlerine antenleri açık yöneticisi, "işçiden genel müdüre kadar herkesle konuşuyorum, müthiş olumlu bir hava var, hükümeti destekleyenler yüzde 75'in de üzerinde bence", diye konuşuyor. Aya İrini'nin bahçesinde, festival müdavimi dostlarla konuşurken tedirgin bir rahatlamanın izlerini hissedebiliyorum. Refah - Yol döneminde görev yapan Gazi Erçel(Merkez Bankası Başkanı) ve Tuncay Artun(İMKB Başkanı) gibi yetkililer ve ekonominin yeni patronu Güneş Taner, yaşanan hastalıklı dönemin bilançosunu çıkarmaya çalışıyorlar.
Şimdi bu dönemi aşmış gibiyiz. Tansiyon düştü, toplumda genel bir rahatlama var ama bünyedeki hastalıklar tedavi edilmezse bu rahatlamanın kalıcı olması kolay değil. Her şeyden önce, iddialı bir üyesi olmaya çalıştığımız uygar dünyada "hastalıklı" damgasını yememize neden olan şu sorunlara eğilmek zorundayız.
* Enflasyon: IMF'nin sıralamasına göre enflasyonda dünya beşincisiyiz. The Economist'in sıralamasında Venezuella'yı da geçmiş durumdayız. Durumu bizden kötü olanlar bizden çok geri düzeydeki üç Afrika ülkesi. Bu enflasyon düzeyiyle Türkiye'nin uygar dünyada kabul görmesi olanaksız.
* Korsan ekonomi: Avrupa Markalar Birliği(European Brands Association), Türkiye'nin korsan üretimde dünyanın bir numarası olduğunu belirtiyor. Kara paranın yaygınlığı konusunda OECD'nin hedefi halindeyiz. Bu halimizle ancak kendimizi avutabiliriz.
* Alaturka demokrasi: Yazarlar, düşünürler, gazeteciler hapiste; fikir yasakları sürüyor. Siyaset sahnesinde zırh sesleri duyulabiliyor. Demokrasiyi tüm kurallarıyla yerine oturtmadıkça uygar dünyaya sağlıklı olduğumuzu kanıtlayamayız.
* Adaletsiz düzen: Bu üç hastalık Türkiye'de adaletsizlikleri artırıyor, geçerli bir hukuk düzeninin kurulmasını önlüyor.
Türkiye'nin bu hastalıklara çare olacak ciddi bir tedaviye ihtiyacı var. Bunu unutursak şimdi nekahat döneminde hissettiğimiz rahatlığı yeni nöbetler izleyebilir.
Refah - Yol'un bitmiş olmasının Türkiye'de yarattığı rahatlamanın ABD'de, Avrupa'da ve uluslararası finans çevrelerinde yankılanması doğal. Refah - Yol'un görevden uzaklaştırılma biçiminin kurallara uygunluğu konusunda herkesin kendine göre yorumları var ama kimsenin kulağı ısırılmadan (ya da Tyson sendromu yaşanmadan) hükümet değiştiği için sonucu kabul etmeye hazır çoğu kimse.
ABD'nin, Avrupa'nın ve uluslararası finans kuruluşlarının bu noktada Türkiye'ye yeni bir şans tanımak istemesi aslında çok anlaşılır bir olgu. Hatırı sayılır bir potansiyeli olan, ekonomideki dinamizmiyle istikrarsız ortamda bile büyümeyi sürdüren Türkiye'nin, laik düzeni tartışma konusu olmaktan çıkartacak bir hükümetle yoluna devam etmesi onların da işini kolaylaştırabilir.
Avrupa Birliği(AB)nin son günlerdeki bazı olumlu yaklaşımlarının, örneğin Zeynep Göğüş'ün dün yazdığı, Akdeniz Fonu'ndan Türkiye'ye ayrılan 370 milyon ECU(APB)lik bölümün koşulsuz kullandırılacağı haberinin, ne ölçüde yeni hükümetle ilgili olduğunu bilmiyorum. Ancak uzmanlığına ve deneyimine güvendiğim Sami Kohen'in hem bu konuda, hem de Yılmaz hükümetinin dış politika çizgisi konusunda kuşkuları var. Özellikle Almanya ile ilişkileri geliştirme açısından Yılmaz'ın özel bir şansı olduğunu kabul eden Sami bey, Ecevit'in de katkısıyla, dış politikada "farklı" bir çizgi izleme çabasının sorunlar da yaratabileceğini düşünüyor.
Türkiye, uluslararası finans kuruluşlarıyla daha iyi ilişkiler geliştirmek için de bir fırsat yakalamış durumda ama bu fırsattan yararlanmak için de önce klasik ölçülere göre gerekli olanları yapmak, kamu açığını gerçekten kapatacak önlemleri almak, enflasyonu baş sorun olarak kabul etmek gerekiyor.
Yazara EmailO.Ulagay@milliyet.com.tr