Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye'yi özellikle yakın çevresindeki ülkelerle karşılaştırdığımızda bazı alanlarda onlardan ne kadar farklı olduğumuzu görüyoruz. Bu alanlardan biri de ekonomik yapıyı kapsayan alan. Özel mülkiyeti esas alan hukuk düzeninin köklülüğü, özel sektörün gelişme düzeyi, ülke sathına yayılan girişimcilerin dinamizmi ve esnekliği, piyasaların yaygınlığı ve işlerliği bakımından komşularının çoğundan çok daha ileri bir noktada Türkiye. Türkiye ekonomisinin çeşitlenme ve karmaşıklık düzeyi de çevresindeki ülkelerden hayli ilerde.
Türkiye bu bakımlardan bir Arnavutluk'la, bir Bulgaristan'la, bir Romanya ile, bir Irak'la ya da Suriye ile karşılaştırılacak bir ülke değil. İran'dan ve bazı bakımlardan Yunanistan'dan daha gelişmiş, daha kavi(dayanıklı) bir ekonomiye sahip olduğumuz da düşünülebilir.
Türkiye'nin ekonomisinin yapısına ve performansına bakarak sağlam bir "temel"e sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda, belirsizliğin ve siyasi istikrarsızlığın böylesine öne çıktığı bir ortamda Türkiye ekonomisinin büyümeye devam etmesi bunun bir göstergesi. Ekonomik "temel"deki bu direnç ve esneklik sayesinde ülkede kıtlık ve yokluk çekilmiyor; gelir dağılımındaki uçurumlara karşın insanlar şimdilik isyan etmiyor, sistem kendini yeniden üretebiliyor.
Ancak bu temelin üzerinde yükselen "üstyapı"da ciddi sorunlar var. Zaman zaman iç gerilimin arttığı, duvarların zorlandığı, pencerelerin kırıldığı, kiremitlerin uçtuğu görülüyor. Politik yapıdaki çatlaklar sistemin kendini yeniden üretmekte zorlandığını gösteriyor.
Bu koşullar altında "bina" her fırtınada sallanıyor, içindekiler tedirgin oluyor. O anda birileri çıkıp "endişeye gerek yok, temel sağlam" dese de bu tedirginliği gidermeye yetmiyor. Politik üstyapının onarılmaması halinde "temel"deki sağlamlığın da bir noktaya kadar dayanabileceğini hissedenler haklı bir kaygı duyuyorlar.
Türkiye'yi 28 şubat ortamına sürükleyenlerin şimdi MGK kararlarını savsaklamak amacıyla sergiledikleri davranışlara ve manevra alanlarının darlığına bakınca, kimilerince "siyasette yumuşama" diye algılanan olgunun aslında yeni bir fırtınanın habercisi olduğunu hissedebiliyor insan. Yıpranmış "üstyapı"nın yeni bir fırtınadan nasıl etkileneceği ve bu etkinin "temel"e nasıl yansıyacağı ise tam olarak bilinmiyor.
Bu noktada ilk iş olarak yeni bir fırtınayı önleyecek adımların atılmasında yarar var. "Temel sağlam" diye rehavete kapılırsak bedeli ağır olabilir.

1995 yılı Tansu Çiller için gümrük birliği yılıydı. O dönemde Başbakan olan Sayın Çiller, medyanın bir bölümünü de seferber ederek, gümrük birliği bayraktarlığına soyundu; seçim kampanyasında "Türkiye'yi Avrupa'ya ben sokarım", diyerek oy avcılığı yaptı. Bu tantanada gümrük birliğinin Türkiye'ye ucuzluk getireceği,yeni ufuklar açacağı vurgulandı.
Sonra AB ile gümrük birliğinin fiilen başladığı 1996 yılına girildi ama konu Türkiye'nin ve Sayın Çiller'in gündeminden düştü. Gümrük birliğinin gereklerinden hemen hiç biri yerine getirilmedi. Bazı ithal mallarında göreceli bir ucuzlama oldu ama bu enflasyon dalgası içinde fazla hissedilmedi.
Bir özel kuruluş tarafından yaptırılan bir araştırmanın sonuçları kamuoyunun gümrak birliği konusundaki bilgisizliğini ve gümrük birliğinden etkilenme oranının ne kadar düşük olduğunu ortaya koyuyor. İşin ilginç tarafı, bu bilgisizlik ve duyarsızlık gümrük birliğinin fiilen uygulandığı bir yıl sonunda azalmamış, daha da artmış. Türkiye bunu başarabilen bir ülke işte.

Yalanla, dolanla, şantajla yürütülmeye çalışılan dış politika Türkiye'nin dış itibarını iki paralık etti, inandırıcılığımız sıfıra indi.
Ekonomi alanında çizilen hayali tablolara da Türkiye dışında kimse inanmıyor ve dış kredi notumuz sürekli olarak düşürülüyor.

"Aramızda uygarlık farkı olduğu için Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne alamayız", diyen Avrupalı Hristiyan Demokratların kabaylığına ve kütlüğüne şaşmamak elde değil doğrusu. Aslında Avrupa'yı bir "Hristiyan kulübü" olarak gördükleri her hallerinden belli olan Avrupa'nın ağaları, tartışma yaratması kaçınılmaz olan "uygarlık farkı" deyimini kullanacaklarına, "biz yalan ve şantajı politika aracı olarak kullanan bir ülkeyi içimize alamayız", deseler çok daha hoş olmaz mıydı
Avrupalı Hristiyan Demokratlara böylesine kaba konuşma cesaretini veren olgu, Türkiye'nin kendini savunamaz noktaya düşürülmüş olması. Geçen haftayı Avrupa'da geçiren arkadaşımız Yalçın Doğan, Avrupa'daki görüntümüzün perişanlığını anlattı, Türkiye'ye ve dış politikamıza yön verenlerin itibarımızı nasıl iki paralık ettiğini yazdı. Şu anda Avrupa Birliği(AB) ile ilişkilerimiz gündemde olduğu için daha çok Avrupa'daki görüntümüzü konuşuyoruz ama bu utanç verici görüntü yalnızca Avrupa'dan çekilen fotoğrafta sırıtmıyor. ABD'den, Japonya'dan, uluslararası finans çevrelerinden Türkiye'ye bakanlar da bu pespaye resmi görüyor. Yalana, dolana ve şantaja dayalı siyaset Edirne'yi geçemiyor, bu tür siyaset yapanlar sayesinde Türkiye'nin dünyadaki "rating"i sürekli düşüyor.
Bugün Türkiye'yi yönetme iddiasında olanların bizi dünyaya rezil eden marifetleri saymakla bitecek gibi değil ama Dışişleri Bakanı Çiller'in bu alandaki "başarısı"nı özellikle vurgulamak gerekiyor. Yalçın Doğan'ın Strasbourg'dan yazdığına göre çeşitli ülkelerden Avrupalı parlamenterler Çiller hakkında şunları söylüyor: (1) Çiller üç yılda bize her konuda yalan söyledi. (2) Çiller şimdi bize 'Nato'nun genişlemesini veto ederim' diyerek şantaj yapıyor, bunu kabul edemeyiz. (3) Çiller ABD'yi kullanarak Avrupa'ya baskı yapmaya çalışıyor ve bu da tepki çekiyor.
1995 yılında AB ile gümrük birliğininin bayraktarlığına soyunarak oy avcılığı yapan, Avrupa Parlamentosu'nu "Gümrük birliğini onaylarsanız Refah Partisi'nin iktidar olmasını önlerim", diyerek kandıran Sayın Çiller'in sonraki serüvenlerini hep birlikte izledik. Avrupa'ya verilen sözlerin hiç biri tutulmadı, gümrük birliği adeta unutuldu, insan hakları karnemizi düzeltmek(!) için gençlere dayağı ve işkenceyi artırdık. Sayın Çiller, Yüce Divan'dan kurtulmak için Refah'ı iktidar yaptı. Avrupa'dan dışlandığımızı görünce NATO kartı şantajına sarıldı.
Yalana, dolana, şantaja dayalı politikanın örnekleri yalnızca dış politikada değil, Türkiye içinde de sürekli sergileniyor. Bugün Türkiye'yi yönetenlerin hiç bir sözüne, hiç bir vaadine inanmak mümkün değil. Gerçekler o kadar fütursuzca saptırılıyor, o kadar kolaylıkla hayali rakamlar telaffuz ediliyor ki bu rakamlara dayanarak analiz yapmanın, fikir yürütmenin hiç bir yararı yok.
Başımızdakilerin beyanlarına göre, bütçe denkliği sağlandı, faizler düştü, ekonomi tıkırında ama "gavur"un rating kuruluşları ha bire Türkiye'nin dış kredi notunu düşürüyor. Aslında olay basit: Türkiye'de kimilerinin kısa vadeli çıkarlarını düşünerek, kimilerinin de saflıklarından inandığı "ekonomi tıkırında" martavalanına Edirne'nin ötesinde kimse inanmıyor. Erbakan Hoca'nın ve "kırk delisi"nin marifetleri, büyük bir komedi sirkine dönüştürülen Türkiye'nin dışında kimsenin yüzünü güldürmüyor.
MGK kararlarının bu hükümet tarafından uygulanacağına ve bu kararlarla doğan krizin aşıldığına inanmak için de bir hayli saf olmak gerekiyor. Dış gözlemciler bunun farkında, gelişmeleri dikkatle izliyorlar.
Bu arada "fırsat bu fırsat" deyip Türkiye'nin durumunu olduğundan da kötü göstermek isteyenler çıkamaz mı? Tabii ki çıkabilir. Yalanla, dolanla, şantajla dış itibarı iki paralık edilen bir ülke bu durumdayken gerçek durumunu dünyaya anlatmakta fevkalade zorlanır.
Pekiyi ama bir ülkeyi bu duruma düşürenler nasıl oluyor da ülke içinde hala itibar görebiliyor, iktidar koltuğunda oturabiliyor? Bizim insanımız bu muammayı çözecek noktaya gelene dek yalanı, dolanı, şantajı meslek edinenlerin sayesinde daha çok darbe yeriz dünyada.

Dünyanın en büyük uluslararası bilgi - iletişim teknolojisi fuarı CeBIT bu yıl rekor kırarak 70 ülkeden katılımcıları biraraya getiriyor. Almanya'nın Hannover kentinde 13 - 19 Mart 1997 tarihleri arasında gerçekleşen fuarda yazılım, bilgi teknolojisi, telekomünikasyon, network ve danışmanlık alanlarında faaliyet gösteren 6,800 dolayında katılımcı ürünlerini sergiliyor.
Bilgisayarlı üretim, otomatik veri toplama, bankacılık teknolojisi, güvenlik ekipmanı gibi konuları da kapsayacak olan CeBIT'e katılan ülkeler arasında ABD, Tayvan, İngiltere, Fransa, İsviçre, Hollanda, İsrail, Rusya, Malezya ve Hindistan öne çıkıyor.
Dünya toplam bilgi - iletişim teknolojisi pazarı geçtiğimiz yıl 1.3 trilyon dolara yaklaşan bir büyüklüğe erişti. Bu rakamın %30'unu (362 milyar dolar) Avrupa pazarı oluştururken, bunu yüzde 9.8 hızla büyüyen ABD pazarı (259 milyar dolar) ve bilgi teknolojisi alanında %18.6, iletişimde %7.2 büyüyen Asya kaplanları izledi. Avrupa pazarının başını çekenler ise Almanya (45 milyar dolar), Fransa (29 milyar dolar) ve İngiltere (25 milyar dolar). Bilgi - iletişim pazarının yarıya yakınını telekomünikasyon hizmetlerinin oluşturduğu dikkat çekiyor. Bu arada yalnızca mobil telefon hizmetleri pazarının 1996 yılında 120 milyar dolarlık bir büyüklüğe eriştiği belirtiliyor.