Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Türkiye’nin yıllardan beri reddettiği ve ertelemeyi başardığı(!) gerçekler bu sabahtan itibaren artık reddedilemez biçimde karşımıza çıkacak, bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacağız galiba.
Yıllardır yüzleşmeyi reddettiğimiz gerçeklerin, seçim sonuçlarının alınmasıyla birlikte daha net biçimde algılanabilecek olanları şunlar:
• Merkez sağın Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’la hiçbir yere gelemeyeceği,
• Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın siyasi kariyerlerinin artık noktalanması gerektiği,
• CHP’nin Deniz Baykal’ın liderliğinde iktidara aday olamayacağı,
• 28 Şubat gibi müdahalelerin kalıcı bir etkisi olmadığı, tersine bu tür müdahalelerin İslami motifleri kullanan siyasal hareketleri sonunda daha da güçlendirdiği,
• Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik çıkmazın, insanları isyan etme noktasına getiren bir yoksullaşma sürecini başlatmış olduğu,
• Bu sürecin ortaya çıkardığı tepkilerin dış dünyayı baş düşman gibi gösteren faşizan liderlere ve fikirlere yönelişi artırdığı.

Küresel kıskaç
Bir de seçim kampanyası boyunca büyük ölçüde göz ardı edilen ya da saptırılarak seçmeni kandırmak amacıyla kullanılan ve seçim sonrasında da hemen algılanmayacak olan gerçekler var. Bu gerçeklerin başlıcaları şunlar:
• Türkiye’nin on küsur yıldır yaşadığı istikrarsızlıkların ve ekonomik krizlerin temelinde küresel düzene uyumda geç kalması yatıyor.
• Küresel düzenin gereklerini karşılayacak bir ekonomik yapıya kavuşmadan Türkiye’nin ekonomik sorunlarını aşması ve yoksullaşmayı önlemesi olanaksız.
• Küresel düzene uyum sağlamanın mucizevi bir reçetesi yok. Sabırlı bir çabayla küresel düzenin sağladığı olanaklardan ve fırsatlardan yararlanmak gerekiyor.
• Küresel düzene uyumu reddederek bir yere varmak ve başarılı ülke olmak olanaksız.
• IMF reçetelerini hazır çözüm gibi görmenin yanlışlığı anlaşıldı ama IMF’ye muhtaç noktadaki bir ülkenin IMF’yi kovmasının felakete yol açacağı da bir gerçek.
• Türkiye ekonomisi çok kritik bir noktada ve bu noktada atılacak küçük bir yanlış adım bile yeni bir krizi ateşleyebilir.
• İşsizliği ve yoksullaşmayı hemen önleyecek sihirli bir reçete yok.

Cehaletin istismarı
Aslında seçim kampanyasının önemli bir bölümü bu gerçeklerin doğru algılanmamasından kaynaklanan bir cehaletin istismarı üzerine oturtuldu. Bu gerçeklerle seçim sonrasında kurulacak yeni hükümetin icraatı sırasında yüzleşmemiz olası.
Birçok parti, başımıza gelen bütün fenalıkların dış düşmanlardan, IMF’den, emperyalist güçlerden kaynaklandığı inancından yola çıkarak IMF’yi kovmanın ülkenin kurtuluşu olacağı aldatmacasıyla oy toplamaya çalıştı. Bu gerçeklerle seçim sonrasında kurulacak yeni hükümetin icraatı sırasında yüzleşmemiz olası.
Öte yandan başımıza gelen her şeyin, vurguncu ve soyguncularla onlarla işbirliği içindeki yozlaşmış siyasetçilerden kaynaklandığı; bu siyasetçilerin IMF ile ve dış güçlerle anlaşarak ülkeyi yabancılara peşkeş çektiği, kurtuluş yolunun bunlardan kurtulmak olduğu da çok işlendi bu seçim kampanyasında. İngiltere’de yayımlanan The Economist dergisinin Türkiye ile ilgili yorumunda belirttiği gibi, "bu düzenbazları başımızdan atalım" havası seçime damgasını vurdu.
Kendilerinin "yeni" olduğunu ileri süren Tayyip Erdoğan ve Cem Uzan, kampanyalarını "eskileri atın" motifine oturttu ve hayli başarılı oldu. Çekilen sıkıntılara sorumlu olarak birilerini bulmak ve onları sandıkta cezalandırmak insanlara iyi geldi, bir anlamda kendini tatmin etme olanağı yarattı. Kendini "yeni" diye ortaya atanların, sorunları çözeceğine ve sıkıntıları gidereceğine ilişkin doğru dürüst hiçbir kanıt yoktu ortada ama salt "yeni" olmaları onlara puan kazandırmaya yetti.

Hakkı yenenler
Bu arada en fazla tepki çeken ve aynı zamanda en fazla hakkı yenenler, iktidardaki siyasetçiler oldu. Türkiye’yi 2001 krizine sürükleyen ve 19 Şubat komedisinin yaşanmasına yol açan bir siyasi kadroyu aklamak mümkün değil kuşkusuz ama 57. hükümetin çok zor koşullarda kurulduğu ve hükümet ettiği de bir gerçek. 1999 seçimleri sonrasında kurulan DSP - MHP - ANAP hükümetinin ilk iş olarak, özellikle DSP ile MHP’nin bilinen çizgisiyle pek de bağdaşmayan bir adım atarak, IMF ile anlaşma yoluna gitmek zorunda kalması, ülkeyi nasıl bir çıkmazda devraldığının kanıtı. 2001 krizinin çok daha vahim sonuçlar doğurmasını önlemek amacıyla Kemal Derviş’in devreye girmesi sonrasında gerçekleştirilen kalıcı nitelikteki reformlar ve Avrupa Birliği ile uyum sağlama yolunda gösterilen çabalar ise, Türkiye’nin küresel düzene uyum sağlayamamaktan kaynaklanan krizi aşması için atılan önemli adımlardı. 3 Kasım seçimiyle tarihe karışan Meclis de bu çabalara önemli katkılarda bulunmuştu.
Burada ilk bakışta paradoksal görünen nokta, yaşadığımız krizin temel nedeni olan "küresel düzenle uyum sağlayamama" sorununu aşmak için çaba gösteren bir iktidarın, bir Meclis’in, krizin ve çekilen sıkıntıların baş sorumlusu olarak cezalandırılması. Bu ceza, seçimden sonra kurulacak hükümetin küresel düzene uyum sorununu göz ardı ederek ülkeyi yönetmeye kalkışmasına yol açarsa bunun bedelini yeni krizlerle ödememiz kaçınılmaz olur.

Seçim sürecindeki insan davranışlarının geniş bir yelpazeye yayılan bir çeşitlilik göstermesi son derecede doğal aslında. Bu süreçte herkesin kendi konumuna, özlemlerine, tepkilerine, hayata bakışına, ideolojik eğilimine ve siyasal tercihlerine göre farklı görüşleri savunmasında ve farklı davranışlar sergilemesinde şaşılacak bir şey yok. Dün sonuçlanan seçim sürecinde beni şaşırtan, kendi çevremdeki kimi insanlardan duyduğum tepkilerin ve görüşlerin niteliği oldu. Onlar için sanki bir duygusal tatmin vesilesiydi oy verme fırsatı. Bir vefa borcunu yerine getirmek, nostaljik bir özlemi gidermek, ya da bir öfkeyi dışavurmak ve birilerini cezalandırmak için kullanılacak bir araçtı. Oyları çok önemliydi ve bu duygusal tatmini sağlamak için kullanılabilirdi. Verecekleri oyun nasıl bir sonuç yaratacağı ise ikincil bir sorundu onlar için.
Bana göre ise her şeyden önce verilen oyun yaratacağı sonuç önemli. Belki medyada yer almanın sağladığı bir avantajla bunu söylüyorum ama, bana öyle geliyor ki tepkilerimizi, özlemlerimizi, duygusal bağlılıklarımızı ya da nefretlerimizi başka vesilelerle de ifade edebiliriz. Oy verirken bu tatmini duyup sonra sonuçlar açıklanınca dövünmenin ve "oyum ziyan oldu" diye sızlanmanın alemi var mı bilmiyorum. Birazdan bu düşüncelerle sandığa gidip, birçok bakımdan beklentilerimi karşılamayan bir partiye vereceğim oyumu.