Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Aslında çok boyutlu bir dönüşümün parçası olan küreselleşmeyi başta ABD olmak üzere zengin ülkelere yarayan ve yoksulları daha da yoksullaştıran bir süreç olarak algılayanlar çoğunlukta. Küreselleşmenin kimilerine daha fazla yaradığı ve dünyadaki eşitsizlik algılamasını artırdığı da bir gerçek.
Son iki yılda yaşananlar ise, sistemin merkezinde yer alan ve en güçlü konumda görünen ülke ve şirketlerin de bu süreçte ciddi darbe alabileceğini gösterdi. Hisse senedi borsalarındaki çılgınca yükselişe paralel olarak 2000 yılında rekor rakamlara erişen şirket evlenmeleri sınır ötesi doğrudan sermaye yatırımlarını da 1.5 trilyon dolara yaklaştırdı. Ancak 2000 Martından itibaren borsalar çökmeye başlayınca şirket evlilikleri ve doğrudan sermaye yatırımları da büyük darbe yedi ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları 2001 yılında yarı yarıya azalarak 735 milyar dolara düştü. Doğrudan sermaye hareketlerini yakından izleyen UNCTAD’ın tahminine göre bu rakam 2002’de % 27 daha azalarak 534 milyar dolara düşecek. Bu toplamın da 349 milyar doları gelişmiş - zengin ülkelere gidecek.
Bu arada dünyanın en çok yabancı yatırım sermayesi çeken ülkesi olan ABD’ye ve İngiltere’ye akan sermaye miktarındaki düşüşler daha da çarpıcı. Bu yıl ABD’ye girmesi beklenen yatırım sermayesi iki yıl öncekinin yedide biri, İngiltere’ye giren ise iki yıl öncesinin onda biri düzeyinde. Kapitalist sistemin merkezlerinde de ciddi sorunlar yaşanıyor ve bu sorunlar hemen aşılacak gibi de görünmüyor.

Rahmetli Metin Toker her seçimden önce hangi partiye oy vereceğini gerekçeleriyle açıklar, oyunun rengini belli ederdi. İlk kez bu seçimde benim içimden de böyle bir yazı yazmak geçti. Ve oturdum, enine boyuna düşünüp "oyumu şu şu gerekçelerle falanca (aman yanlış olmasın, "falanca" diye bir parti yok ve ben bu ifadeyle kimseyi yönlendirmiş ve seçim yasaklarını delmiş olmuyorum) partiye vereceğim" diye bir yazı yazdım. Oyumu önemli saydığım için değil, bu seçimin özelliğini hesaba katarak hangi argümanlarla hangi partiye oy vermeye nasıl karar verdiğimi açıklamak, bu fikir yürütme sürecini sizlerle paylaşmak için yazmıştım o yazıyı. Ancak yazının sayfaya girmesinden sonra seçim yasaklarını ihlal ettiği bana bildirildi ve siz de bir hayli düşünülerek yazılmış olan o yazının yerine alelacele yazılmış olan bu yazıyı okumak durumunda kaldınız. (Okumamak elinizde tabii, demokrasi var memlekette.)

İçerikten yoksun seçim
Evet ben bu yazıyı yazarken hava çok hoş İstanbul’da (şimdi böyle bir yazıda havadan sudan söz etmek gerektiğine göre havayla ilgili bu bölümün en az birkaç paragraf olması lazım herhalde ama benim de bu konuda yeteneğim çok sınırlı) ve bendeniz yasaklar ülkesinin aymaz kalemşörü olarak bir kez daha ülkemi, kendimi, demokrasiyi, Avrupa’yı, yazarlığı, yazmazlığı düşünüyorum. Yaşanmakta olan saçma sapan seçim kampanyasını düşünüyorum. Uluslararası bir örgütün Türkiye’deki temsilcisinin, "ben hayatımda hiçbir ülkede bu kadar içerikten yoksun bir seçim kampanyası görmedim, siz de medya mensubu olarak bunu eleştirmediğiniz için suçlusunuz" demesi geliyor aklıma. Suçluyuz kuşkusuz da neden acaba?
Gerçekten de evlere şenlik bir deşarj olma panayırı, birikmiş tepkileri haykırma, sorumlu sayılanları suçlama furyası yaşanıyor bu seçim kampanyasında. Tepkilerin ve duyguların yönlendirdiği oylarla bakalım nasıl bir sonuç çıkacak sandıktan? Yaşadığımız sorunların asıl nedenlerini dinlemeye hazır değil çoğu kimse, kısa yoldan suçlanacak birilerini, lanetlenecek birilerini arıyoruz sanki. Tabii bu arada dış düşmanları keşfetmek ve hedef almanın keyfi bir başka oluyor. Yabancılara küfrederek kendimizi rahatlatıyor, "oh be, bizim bir kusurumuz yokmuş, başımıza gelenler hep yabancıların eseriymiş" diyebiliyoruz.

Avrupa masalı
Tersini düşünenler de var kuşkusuz. Önceki gün bindiğim bir takside laf siyasetten açılınca "Avrupa’ya gireceğiz diye kimi kandırıyorlar abi, biz Ortadoğu ülkesiyiz" diyen taksi şoförünün sözlerini hatırlıyorum. Acaba sahiden Ortadoğu ülkesi miyiz, biz boşuna mı çabalıyoruz Avrupalı olacağız diye? Bir zamanların kömünisti, faşisti hepsi geriden gelip yanımızdan geçti (bu yazıyı yazarken televizyondan Cumhurbaşkanlığı Kupası koşusunu da izlediğim için kendimi at yarışı terminolojisine kaptırmış olabilirim) Avrupa’nın yolunu buldu, biz kırk yıl önce starttan çıktığımız halde hala müzakere tarihi peşinde helak oluyoruz.
Neden böyle oldu? Nerede yanlış yaptık biz? Avrupa trenini kimlerin sayesinde kaçırdık?
Son kırk yılda ülkeyi yönetenleri geçiriyorum aklımdan, rahmetli Özal dışında hemen hepsi hayatta. Acaba muhterem refikalarıyla hangi sandıkta oy kullanacaklar 3 Kasımda ve bizi bir kez daha nasıl ihya edecekler? (Geçmişe dönük seçim yasağı da var mı acaba, bu muhteremlerden söz ettim diye gene geri teper mi yazım?).

Okyanustaki sandal Türkiye
Küreselleşmenin yarattığı dengesizliği ve hoşnutsuzluğu anlatan kitabı Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı adıyla Türkçe olarak da yayımlanan Joseph Stiglitz, Asya krizi sırasında, bizimki gibi ülkeleri, azgın dalgaların hükmettiği bir okyanusta kürekle yol almaya çalışan sandallara benzetmişti. Küreği çekenin ya da dümeni tutanın en küçük bir hatası su almalarına ve batmalarına yol açabilirdi bu sandalların.
Türkiye işte bu kategorideki ülkelerden biri. 2001 yılında dalgaya bodoslamadan girerek batma noktasına yaklaşmış ve son anda güçlükle batmaktan kurtarılmış, Arjantin’in durumuna düşmekten kurtulmuş olan bir ülke. Şimdi ağır borç yükü altında, hala açık denizde kürek çekerek güvenli bir sahile varmaya çalışan bir ülke. Birkaç yanlış hamleyle tekrar batma noktasına gelebilecek olan bir ülke.

Arjantin gibi olsak mı?
İşte böyle bir ülkede seçime gidiyoruz şimdi. Dalgalı denizdeki bu tehlikeli yolculuk sandaldakilerin midesini bulandırmış, sabrını tüketmiş durumda. Hemen herkes halinden şikayetçi, suçlayacak birini arıyor. Evet bu anlaşılabilir bir tepki ama bugünün dünyasında Türkiye gibi bir ülkeyi yönetecek olanların elini kolunu bağlayan, hareket alanını sınırlayan koşulların geçerli olduğu da doğru. Bütün bunları unutup sorumsuz siyasetçilerin peşine düşersek kolaylıkla yeniden batma noktasına gelir, Arjantin’e benzeyebiliriz.
Bu duruma düşeceğiz diye kaygı duyan ve bunu önlemek için çaba harcayan benim gibi aymazların bir türlü anlamadığı nokta ise şu galiba: Bizim bir şeyleri iyice anlamamız için önce Arjantin gibi olmamız gerekiyor belki de.

Artık gelenekselleşen TÜYAP Kitap Fuarı’nın bu yıl Beylikdüzü’deki fuar alanında yapılacağını öğrenince doğrusu biraz yadırgamıştım. Yol ve mesafe, kitap meraklıları için caydırıcı olabilir diye düşünmüştüm. Herhalde TÜYAP yetkilileri de böyle düşünenler olabileceğini hesaba kattı ve her yıl tekrarlanan sanat fuarını da kitap fuarıyla aynı döneme aldı. Böylece kitapla sanatın büyük buluşmasına olanak yaratılmış oldu.
Henüz katılamadım bu büyük buluşmaya ama mutlaka gitmek ve hiç olmazsa yarım günümü orada geçirmek niyetindeyim. Kitapla, edebiyatla, bilimle ve sanatla ilgili herkesin ilgisini çekebilecek birçok panelin ve konferansın da gerçekleşeceği bu büyük buluşmayı ne yapın edin, kaçırmayın bence.