Televizyona çıkıp, “Belgrad Ormanı’na gömdüğümüz şeyleri çıkarırız” diyen birisi var, adı Ahmet Maranki.
Son bir haftadır hakkında çok ağır yazılar yazıldı ama adam bırakın ağzını, burnu ve kulaklarıyla gülüyordur halimize...
Haksız diyemem, zira hakkında en ağır cümleler kuranlar bile bu adama sahip olmadığı bir unvan verdiler farkında olmadan.
“Nasıl yani?” demeyin ve şimdi dikkatlice okuyun lütfen:
Ahmet Maranki, şifalı bitkileri ve faydalı karışımları tanıtıp, satarak hayatımıza girmiş birisi, değil mi?
Son bir haftadır bu adama saydıranlar, “Evet, profesör ama tıp değil, ekonomi profesörü” diye yazıp duruyor. İyi de bu adam profesör falan değil.
Bu kişiye dair kalem oynatan herkesin baktığı özgeçmişin içindeki kelime oyunlarını merak eden ilk kişi ben oldum maalesef.
Herkesin elinde bir saat ya da kronometre, ‘hangi cumhurbaşkanı adayı, hangi ekranda kaç saat, kaç dakika yayın süresi aldı?’ diye hesap yapıyor.
Demek toplu delilik dedikleri şey tam olarak buymuş.
Televizyonculukta ama özellikle de haber söz konusu olduğunda, süreden çok yayının içeriğine bakmak gerekir.
Konu daha net anlaşılsın diye basit örnekler vereyim:
Seren Serengil, televizyon programında kanlı-bıçaklı olduğu Gülben Ergen’den söz ederse, süreye mi bakılır yoksa ne söylediğine mi?
Galatasaray TV ya da Beşiktaş TV’nin yayınlarında Fenerbahçe kalecisi Volkan Demirel’den söz edilse, süre mi önemli olur, söylenenler mi? Kural bir, önemli olan süre değil, içeriktir her zaman.
Gelelim cumhurbaşkanı adaylarının ekranda canlı yayın için aldıkları süre mukayesesine...
Kriterlerini belirlemenin çok zor olduğu bir alan bu...
Türkiye’de çok konuşulan ama en az bilinen dönemdir Adnan Menderes’in dönemi.
Kimse bilmez Menderes’in Öztürk Serengil’den dans dersleri aldığını.
Oysa Menderes’in ajandasında randevu saatinin kayıtlı olduğunu gören askerler, hemen gözaltına aldırdılar Serengil’i.
Müzik dünyamızın yaşayan canlı tarihi Nino Varon’un yanında yaşanmış gözaltı, bana da o anlattı.
Hadi bu işin magazin kısmı ama Adnan Menderes’i dar ağacına götüren süreçte Demokrat Partililer’in yazdıkları günlükleri de konuşmadık hiç.
Mesela Başbakan’a duyduğu sevgi nedeniyle soyadını değiştiren Ethem Menderes’in günlüklerini, Milli Savunma Bakanı olarak gizlediklerini konuşmadık hiç...
Tıpkı dönemin Meclis Başkanı Refik Koraltan’ın ya da diğer iki bakanın günlükleri konuşmadığımız gibi...
Eski damadı Tayfun Duygulu, geçmişte bir zamanlarda, bir şarkı tartışması sırasında, Kayahan’ın kendisine bıçak çektiğini anlatmış.
Anlatmış dediğime bakmayın, yaptığı bu ama doğru fiil iddia etmiş olmalı.
Kayahan aramızdan ayrılalı yıllar oldu, kendini savunması ya da olayı yalanması mümkün değil.
Peki Duygulu bunca zaman sonra neden bu olayı anlattı sizce?
İçinde yara kaldığı, haksızlığa uğradığını düşündüğü için mi yoksa yıllar sonra Kayahan’ın sırtından adını hatırlatma çabası mı bu?
Piyasada bu tarz adam ve kadınlardan
o kadar çok var ki, insanın midesi kaldırmıyor bir yerden sonra bu ucuz çabayı.
Nazım Hikmet’in en bildik mısralarından biridir “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”
1961 yılında, bir Paris gezisi sırasında, resmini çok beğendiği Abidin Dino’ya sorarak başlamıştır şiirine Nazım.
Üzerinden 57 yıl geçmesine rağmen, milyonlarca kere tekrar edilmiştir o mısra.
Belki çok iddialı olacak ama mutluluğun resmi değil ama fotoğrafını gördüm.
Fotoğraftaki hanımefendinin adı Dilara Pars.
Milli binici ama mutlulukla ilgili kısım o değil.
İngiltere’de işletme okuyup, ardından iş dünyasında diploması en geçerli okullardan biri olan London School of Economics’te şirketler yönetimi yüksek lisansı yapmış Pars. Sonra Türkiye’ye dönmüş, 3-5 sene aldığı eğitime göre çalışmış ama olmak istediği yerde olmadığını fark etmiş. Ardından araştırma süreci ve İngiltere üzerinden aldığı hayvan fizyoterapisti eğitimi...
- Bandırma Vapuru deyince 19 Mayıs 1919, Atatürk’ün Samsun’a çıkışı gelir hepimizin aklına. Garip bir tesadüf, Bandırma Vapuru, 19 Mayıs 1915’te de Çanakkale Boğazı’nı geçen İngiliz E-11 denizaltısı tarafından Şarköy açıklarında torpillenmiş, batmaktan son anda kurtulmuştu.
- Tarihin tek cilvesi bu değil ama. Yunan askerlerinin İzmir’den denize dökülmesiyle sona eren Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Bandırma Vapuru, 1894 yılında Osmanlı tarafından satın alınıncaya kadar Yunanlı bir armatöre aitti ve Pire Limanı’na kayıtlıydı.
- Mustafa Kemal’i Samsun’a taşıdığı dönemde 41 yaşındaydı Bandırma Vapuru. Sadece 1915’te torpil yemekle kalmamış, 1912 yılında da Erdek’te kayalara çarpmış ve ağır hasar görmüştü.
- Tarih yazmak başka şey tarihe sahip çıkmak başka bir şey ya, Yunanlılar, Balkan Savaşı sırasında Ege Adaları’nın Yunanistan’ın eline geçmesinde büyük payı olan Averof zırhlısını müze gemi yaptılar. Biz, Bandırma Vapuru’nu 1925’te söküme yolladık. Çanakkale Savaşı’nın akışını değiştiren Nusrat mayın gemisi de, 1962’de özel sektöre satıldı, kargo gemisi yapıldı. 1990’da Mersin Limanı’ndan çıkarken battı, 1999’da çıkarıldı. Sadece kaburgası orijinal olan bu gemi şu an Tarsus’ta bir parkta
Kasım 2017’de TRT Genel Müdürü İbrahim Eren’e bir mektup ulaşır.
Mektubu yazan kişi 92 yaşındadır.
Bir öğle uykusundan uyandığında, TRT Müzik’te yayınlanan ve Hamiyet Yüceses’in seslendirdiği ‘Makber’ şarkısını dinlemiş ve bundan çok etkilenmiştir.
Ardından üşenmez ve bir mektup kaleme alıp, program kaydının kendisine ulaştırılmasını rica eder.
Mektubun altındaki imza Musa Ateş’e aittir.
Eren, mektubu alır almaz, hemen program kaydını hazırlatır ve gösterilen ilgiden dolayı teşekkür edip, yayının içeriğine dair de bilgi veren bir mektupla birlikte zarfın Musa Ateş’e ulaştırılmasını sağlar.
Hikaye burada bitmez ama...
1603 yılında, 14 yaşında tahta çıkan ve 28 yaşında hayatını kaybeden Sultan I. Ahmed döneminde başlayan bir gelenektir mahya...
Eskiden çok zormuş mahyaları hazırlamak.
Düşünsenize, yağ kandiliyle yakılan mahyaların fitilleri, dere kenarlarından toplanan sazların kurutulup, kıl gibi ince elyafa ayrılması ve o elyafın da pamuklara sarılmasıyla hazırlanırmış.
Cumhuriyet döneminde ampuller kullanılmaya başlanmış mahyalar için...
Gelin görün ki, içinde yaşadığımız çağın getirdikleri, ampul kullanılan mahyaların yapımı için gereken fiş ve farklı boylardaki duyları bulmayı da zorlaştırmış.
Sonuç mu? Bugün bir sürü camiye reklam panolarına benzeyen dijital mahyalar asılıyor.
Doğrusunu isterseniz, eski mahyaları bilen biri olarak hiç sevemedim bu yeni tarzdakileri...