Bir defile düşünün ki, dünya genelinde tam 190 ülkede televizyonda yayınlanıyor. Tüm mankenlerin rüyalarını süsleyen, kariyerleri için son derece önemli olan bir iş bu.
Geleneksel Victoria’s Secret defilesinden söz ediyorum. Gigi Hadid, geçtiğimiz sene Paris’te estirdiği rüzgarın aynısını bu sene Şanghay’da estirmeyi umuyordu ama olmadı. Şubat ayında Buda şeklindeki kurabiye şakası, ırkçılıkla suçlanmasına neden oldu ve Çin’e girişi yasaklandı. Ünlü şarkıcı Katy Perry de mankenlerle podyuma çıkacaktı ama iki sene önce Taipe’de verdiği konserde, Tayvan bayrağı motifli bir elbise giydiği için onun da Çin’e girişi yasak.
Tüm bunlara rağmen marka organizasyondan vazgeçmedi ve listeye yeni yüzler ekledi. Kapitalizm, kadının metalaştırılması derken, Çin’in böyle bir organizasyona ev sahipliği yapıyor olması bile başlı başına bir çelişki. Dünya böyle bir yer artık. Bu özel geceye davetli olarak katılan ve ‘Pembe Halı’da yürüyen Tülin Şahin de Türkiye adına bir ilki gerçekleştirdi. İşinin gerekliliklerine göre yaşayan bir isim Şahin. Şimdi ektiğini biçiyor ve çok konuşulmadan da başarılı olunabileceğinin dersini veriyor herkese.
Parayı ver, diziyi çektir
‘Designated Survivor’ diye bir
2 Ekim 1992 gecesi, NATO’nun Kararlılık Gösterisi tatbikatına katılan gemiler, Saroz Körfezi yakınlarında seyrediyordu.
Tatbikata ara verilen, yeşil saatler denilen, zaman dilimi içerisindeydiler.
Taşıdığı silahların menzili ve hızı nedeniyle oldukça değerli bir savaş gemisi olan Muavenet, sancak tarafında, ABD uçak gemisi Saratoga’yı gördükten kısa bir süre sonra 2 füzeyle vuruldu, gemi komutanı dahil 5 askerimiz şehit oldu, 22 askerimiz de yaralandı. ABD tarafına göre olay elim bir kazaydı, medya da olayı böyle gördü ama açıklanamayan şeyler vardı. Muavenet’i vuran SeaSparrow füzeleri ancak 6 aşamadan geçtikten sonra ateşlenebilen, atıldıktan sonra hedef bilgilerinin radarla canlı tutulması gereken bir sisteme sahip. İddia edildiği gibi bir subayın dikkatsizliği sonucu ateşlenmesi mümkün değil.
“ABD neden savaş gemimizi vursun ki, müttefikimiz değil mi?” kabullenişiyle beraber konu kapandı.
Muavenet vurulduktan 4 gün sonra, Kuzey Irak’ta, Türkiye’nin tanımadığı, Kürt Federe Devleti’nin kurulduğu açıklandı.
Kamuoyunda PKK’ya yardım ettiği gerekçesiyle çok tartışma yaratan Çekiç Güç’ün görev süresi de Aralık 1992’de 6 ay daha uzatıldı. Küresel dizayn dönemlerinde NATO tatbikatlarında
Çarşamba günü, Yunanistan kanallarından birinde rastladığım ‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’ şarkısının bir zamanlar Kıbrıslı Türklerle dalga geçmek için söylendiğini yazmıştım.
O öğleden sonra Hıncal (Uluç) Abi aradı, uğruna şarkının yazıldığı Şadiye Hanım’ın hikayesinin bilinmeyenlerini anlattı.
Önce bilinen kısmını yazayım: Şarkının hikayesi zengin konak kızı Şadiye Hanım ile fakir genç Suat Bey’in aşkı üzerine kuruludur.
Sevdiği kızın ailesinin istemediği adam olan Suat Bey, fırtınalı bir gecede, denize yürür ve ada sularında gözden kaybolur.
Ertesi gün, fırtına diner ve Şadiye Hanım’ın “Suat, babamı nihayet izdivacımıza ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz” yazan mektubu gelir. Hikayenin buraya kadar olan kısmını biliyordum da sonrasını
yeni öğrendim.
Şadiye Hanım hayatına New York’ta devam etmiş. Ama her yaz bir aylığına İstanbul’a gelmiş ve hep Tarabya Oteli’nde konaklamış.
Elçin Sangu’nun sevgilisi, ‘Mutluluk Zamanı’ filminde Sangu’nun öpüşme sahneleri başlayınca salondan çıkmış, sahneler bitince geri girmiş. Bir süredir tartışılıyor konu, genç adam da “ABD veya İsviçre’de büyümedik. Benim kişisel tercihim bu tarz sahneleri izlememek yönünde” diye açıklama yapmış. Kişisel bir tercihi eleştirmek ya da övmek mümkün ama kimseye tercihini değiştir deme hakkı yok kimsenin. Zaten yazının konusu da bu değil aslında...
Erkek bakış açısının, kadının bedenine kalbinin içindekinden daha fazla değer biçen hali benim takıldığım. Mesela kadın sanatçının rol gereği “Seni seviyorum”, “Sensiz yaşayamam” demesinden rahatsız olmaz erkekler, ya da çok sevgi dolu bir bakıştan ama öpüşmesinden rahatsız olur. Eğer mesele dudak dudağa gelmekse, Elçin Sangu ya da bir başkası, gerçek hayatta ya da rol gereği, boğulmakta olan birisine suni teneffüs de yapıyor olabilirdi.
Özetlemek gerekirse başka bir erkeğin sevdiğimiz kadının bedeni üzerindeki izlerine değil de, kalbinde bıraktığı izlere bakmayı öğrenemedik bir türlü...
Şeyma’yı sevmek ya da sevmemek
Tamam, Şeyma Subaşı’yı seven kadar sevmeyen de var. Subaşı verdiği tek röportajda kurduğu cümlelerle kendisini
Ders kitabına, bir komedi filmi esprisini gerçek zannederek, “4. element tahta” diye yazabilen yayıncı, o kitaba okumadan onay veren bürokrat ve rezalet ortaya çıktıktan sonra da kimsenin bedel ödemediği düzen,
Yeni yapılacak opera binasının mimarisini konuşmayı, sanattan konuşmak zanneden iyi niyetli saflık,
İlan edilmiş bir sınav sistemini daha uygulamaya başlamadan beş kere değiştirmek ve sınav sistemi tartışmasını, eğitimde daha iyiyi aramak zanneden garip inanış,
Uçakta karısını yanağından öpen adama ‘iffetsiz’ etiketi yapıştıran ve “Burası Türkiye, edepli olacaksınız!” diye racon kesen ama yaptığının röntgencilik ve gerçek edepsizlik olduğunun farkında bile olmayan aymazlık,
Gölcük Müftüsü olduğu dönemde “Mağazalarda ambalajı açılmış ürünler hep yarı fiyatına satılır. Anlayana” diye yazan ve kadınların tepkisini çeken kişinin Düzce İl Müftü Yardımcısı olarak terfi ettirilmesine şaşıran optimist tavır,
“Akaryakıt ürünleri zamlanınca otomobil satışları düşer, toplu ulaşım kullananların sayısı artar” diye öğretilen iktisat teoremini çöpe atan araba sevdası,
Maalesef ve ancak Türkiye’de oluyor...
DENKTAŞ’I ŞİKÂYET EDEN ADAM...
10 Kasım 1938 sabahı, her zaman Atatürk’ün yanında olmaya çalışanlar, Dolmabahçe Sarayı’na gelmek yerine, yeni iktidar sahiplerine yaranmak için Haydarpaşa Garı’na koşup, ilk trenle Ankara’ya gitme telaşına düştüler. Ben değil, 1927’den 1938’e kadar, Mustafa Kemal Atatürk’ün yanından hiç ayrılmayan Cemal Granda, ‘Atatürk’ün Uşağı İdim’ adlı kitabında anlatmıştı bu acı durumu.
Çok ilginç bir kitaptır, ‘Atatürk’ün Uşağı İdim’. 10 yıl önce, zamanın hızlı liberallerinden biri “Atatürk uşağına ‘Hayvan herif’ diyormuş, gerçek Atatürk ile karşılaşmak ister misiniz?” diye bu kitaptan alıntı yapmıştı.
O dönem ben de aynı kitaptan alıntı yaparak, Mustafa Kemal Atatürk’ün zaman zaman “Hayvan” dediği uşağına asla hayvan muamelesi yapmadığını hatta Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’nin kovmasına bile izin vermediğini yazmıştım. Düşünsenize, İran şahını beklerken sofradan ağzına bir şeyler atan Atatürk’ü uyarabilen bir uşaktan söz ediyoruz. Benim elimdeki kitap, Kasım 1973 baskısı, daha sonra tekrar basıldı mı
bilmiyorum.
Sahaflarda ya da internette görürseniz mutlaka alıp, okumanızı öneririm.
Bu kitapta, kalabalıklar arasında yalnız olan bir liderin öyküsü anlatılıyor.
İnsanüstü değil, insan
Kadına, fiziki ya da duygusal şiddete karşı durdum her zaman. Çok sevmesem, bazı hallerini yapmacık bulsam, her zor durumda anne olduğunu hatırlatmasından hoşlanmasam da bugün sırf kadın olduğu için Gülben Ergen’i savunmak durumundayım. Savunduğum şey, şarkıcının yaptıkları, yani eşini, evli bir erkekle aldattığı yolundaki iddialar değil. Yaptıklarının eleştirilmesi, kamuoyunda yıpranması ve boşanması, sonucuna katlanılması gereken şeyler.
Benim karşı çıktığım yer tam da bu noktadan bir adım sonra başlıyor. Tamam, araba bıçaklanması garip ve komik bir iddia ama sonuçta olaylı şekilde boşandığınız eski kocanızı otoparkta, arabanızın yanında görürseniz bu durumdan rahatsız olursunuz.
Ya da bilmediğiniz birinin kullandığı sosyal medya hesabından, ‘Yakında çıplak görüntülerin servis edilecek’ diye yazılırsa, burada iş kınamanın ve eleştirmenin ötesine gidiyor demektir.
Boşanma sürecinde Erhan Çelik’in olgun tavrına şapka çıkarmış biri olarak, bugün gelinen noktanın olayın tüm taraflarına zarar vermeye başladığını yazmazsam olmaz. Süreç böyle devam ederse, kamuoyu Gülben Ergen’i mağdur olarak görmeye başlar ki, Erhan Çelik’in bunu isteyeceğini zannetmiyorum.
Kıvanç mı, Meryem mi yoksa
“Seçimle gelen, seçimle gider” kuralı geçerliyse, şu an görevde olan tüm belediye başkanları 2019 yerel seçimlerinde yine aday gösterilecek mi? Seçilmiş bir belediye başkanını istifa ettirmekle genel başkan kararıyla tekrar aday göstermemek arasında ne fark var?
Mesela Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar, 3 parti meclis üyesi, Beşiktaş İlçe Başkanlığı ve Şişli Belediye Başkanı’yla medyada geniş yer bulan tartışmalar yaşadı ama seçimle gelen seçimle gider diyorsanız Beşiktaş’ta aday değiştiremezsiniz.
Mesela Adana CHP İl Başkanı, CHP’li Seyhan İlçe Belediye Başkanı’nın 200 adamıyla parti binasını bastığını iddia etmişti. Seçimle gelen seçimle gider ilkesi gereği kimseye dokunmamak lazım, değil mi?
Mesela her ikisi de CHP’li olan Çanakkale Belediye Başkanı ile Kepez İlçe Belediye Başkanı arasında otobüslerin gideceği duraklar ve Çanakkalelileri erken indirme tehditli kavga yaşanıyor. Seçimle gelen seçimle gider ilkesi çerçevesinde tekrar aday olmalı ve kazanırlarsa kavgaya devam etmeliler değil mi?
Ön seçimden çıkmamış, genel merkezin atadığı belediye başkanları tartışması garip bir hale döndü.
Çoğu kendi özelliğinden değil, partinin adayı olduğu için seçilen başkanlara,