Mitoloji ya da din tarihi, baba oğul savaşlarının da tarihidir.
Yunan mitolojisinin asal tanrısı Uranüs çocuklarının katilidir. Sadece en küçük oğlu Kronos annesinin yardımıyla babasını hadım edip tahttan indirmeyi başarır. Kronos kral olunca aynı hiddetle kendi çocuklarının kafasını tek tek koparır. Oğlu Zeus (yine anne yardımıyla) bu sefer Kronos’u alt eder. İskandinav mitolojisinde Odin daha uzun yaşasın diye dokuz tane oğlunu öldürür. Bu kanlı mücadelenin arkeolojisini çıkarmış olan Wellish baba-oğul arasındaki savaşı Spartalı, Galyalı, Kelt, Fenikeli, Kartacalı ve Sami kabilelerde saptar. “Hukuk tarihi oğullarını tavuk veya kuzu gibi doğrayan babalardan mürekkeptir” der. O yüzdendir ki Kierkegaard, tanrı için dahi olsa, oğlunu kesmeye hazır olan baba Hazreti İbrahim’i asla affetmez.
Bu babalar günü, Gezi Parkı’na nazır oturup kimi babalara karşı verdiğimiz ebedi harbi düşünüyorum. Tarih boyunca oynanan oyunları, babaları veyahut naip devlet-babaları, korkuyla yönetilen imparatorlukları düşünüyorum. Masallar ve tarihçeler bana ilk önce babaların bu savaşı başlattığını, hırslarıyla körelmiş bu ademlerin iktidarı elden kaçırmamak uğruna oğullarını heba ettiğini öğretiyor. Freud ve selefleri teorilerini baba-oğul arasındaki kıskançlık üzerine inşa ederek bu ilişkinin psikolojik boyutlarını gösteriyor. Bütün bu teorilerden ve hikayelerden çıkarttığım sonuç ise şu oluyor: Babalar, çocuklarına savaş açtığı sürece kendi sonlarına davetiye çıkarmış oluyor. Çocukları sayesinde cesur yeni dünyaları görmeyen babaların kaderi körler diyarında mahpuslukla bitiyor.
Nice tiranlar, dev anıtlar dikip zaferlerini ölümsüzleştirmek istemiştir. Piramitlerin altında milyonlarca insan ezilmiş, abideler uğruna ne savaşlar verilmiştir. Her kral, bir eser bırakmak ister; ebedi olmak için, imza bırakmak için, ölümü yenmek için. Hepimiz bir şekilde bunu yapmıyor muyuz? Kimimiz bir çocuk, kimimiz bir şiir, kimimiz bir ağaç, kimimiz bir AVM bırakarak tarihe küçük de olsa bir not düşmüş oluyoruz. Ben de vardım demek istiyoruz. Bunu anlayabiliyorum. Ayrıca, tarih, istisnai de olsa vicdanlı ve empatik liderler de olabileceğini gösteriyor. Mesela, Hindistan’ın ilk imparatorluğunun kurucusu Asoka (M.Ö. 272-232) uçsuz bucaksız topraklarının dört bir köşesine dev monolitik sütunlar dikiyor. Ama bu devasa aslanlı sütunların üstüne ne yazdırıyor biliyor musunuz? “Fethedilmemiş insanların zaptı katletme, ölüm ve sürgün getirir ve ben bu yüzden çok derin bir hüzün ve pişmanlık duyuyorum.” Asoka, gerçek fatihin ancak insanların ruhuna işleyebilen, gönlünü alabilenin fatih olduğunu da söylüyor.
Gelgelelim, imparatorluklar yutmaya, liderler belli çıkarlar uğruna çoğunluğu unutmaya, bırakın halkı, gezegeni unutmaya devam ediyor. Edecek.
Hiçbir dinle bağdaşmayan, hiçbir felsefi öğretiyle örtüşmeyen ve küstahlık derecesine varan “babalık” taslama güdüsü ile ailelerini, mahallelerini, şehirlerini ve ülkelerini yöneten babaların hatası, mitolojiyi unutmak. Tarihi unutmak. Bir halk ne kadar koyun olursa olsun aşağılanmayı kabul etmez. Bir oğul, ne kadar ezik olursa olsun yutulmak istemez. Bütün tarihler, aynı sonu gösteriyor. Bütün kutsal kitaplar aynı ikazda bulunuyor. Ama bazı babalar, savaşla besleniyor, çarpışmayla sivriliyor, dikleşe dikleşe de yalnız kalıyor.
Dante’nin cehennem tasvirini hatırlatayım. Bu cehennem, ateşlerle çevrili, eli çatallı ecinnilerin uçuştuğu bir cehennem değildir. Dante’nin cehenneminin merkezi, yalnızlıktır. Donmuş bir gölün ortasında yapayalnız kalmış bir adamdır, soğuk bir ıssızlıktır.
Bu babalar günü, eski savaşları düşünüp geçmişin gücünün kimilerini aydınlatacağını düşlüyorum. Babalar gününüz kutlu olsun.