Haberin Devamı

Yıllar önce bir heykele aşık olmuştum. Zayıf, halsiz bir Apollon’du arzumun karanlık nesnesi. Floransa’nın bir arka sokağında, kim bilir kaç yüz yıllık bir kibrin ağırlığı ve hüznün soğukluğu ile mıhlanmış duruyordu öylece. Onu keşfettiğim andan itibaren yolum hep aynı avluya çıktı. İbadet eder gibi, büyülenmiş gibi gittim ona. Dönüp dolaşıp buldum onu labirentlerin ortasında. Belki uyanır, belki atar üstünden tarihin katı zırhını diye düşünmüştüm. Sonra bıraktım melankolik Apollon’umu bir kenara.
Hatırlıyorum, o yaz sürekli Nietzsche okumuştum. İtalya’nın sıcağı kanımı kaynatmış, Nietzsche’nin sözleri beni hızlandırmıştı.
Her yere yürüyordum. Hızlı yürüyordum. Apollon ve Dionysos’un ikili karşıtlığını her yerde okumaya başlamıştım. Apollon’un ışıklı, müzikli evreni, biçim ve kontrolü simgeliyorsa Dionysos coşkuyu, tutkuyu, kontrolden çıkmışlığa işaret ediyordu. Ben de hayatımdaki çatışmaları, edebiyatta, sanatta, aşktaki çarpışmaları bu iki tanrı üzerinden algılamaya başlamıştım. Siyah/beyaz, iyi/kötü, tanrı/iblis, doğa üstü/altı, düzen/kaos’un big bang’i olmadan, zıtlar arasında bir muharebe olmadan atom olmaz, ben olmaz, din olmaz diye düşünmeye başladığım zamanlardı bunlar. Ama itiraf etmeliyim ki “ikisi olmadan olmaz” düşüncesini benimsememe rağmen taraf tutuyordum- Apollon’du benim ilahım. Yüzyılların kodlaması söz konusuydu ne de olsa; tabii ki “iyi” kahramanı, ışığı seçecektim. Mitoloji, yani en eski dinden bildiğimiz üzere karanlığın cazibesi her zaman baki olacaktı karşısında savaşacak bir güç olduğu müddetçe. Kendimize hedonist günler armağan edecektik, Dionysos şölenlerinde raks edecekti kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar. Ama sonra gündelik hayatlarına devam edeceklerdi, çocuklarına süt vererek, ışığının nimetlerini süzerek. Velhasıl-ı kelam Dionysos’suz bir Apollon, Apollon’suz bir Dionysos düşünülemezdi.
Yıllar içinde Apollon’la yollarımız farklı diyar ve kitaplarda kesişti. Arkeoloji müzelerinde aradım onu, tapınaklarda. Kehanet merkezlerinde çıktı karşıma. Ama hiç bir Apollon Floransa’daki gibi etkisine almamıştı beni, ta ki Didim’e yolum düşene kadar. İki gün evvel 3000 yıllık Apollon Tapınağı’nda dolanırken yine tuhaf bir şeyler oldu bana. Zamanın kırılganlığı kırılmıştı, geçmişin harabeleri içinde volta atarken sanki çağlar birbirine karışmıştı. Devasa sütunların arasında dolanırken uzun zamandan beri unuttuğum şeyi fark ettim: Ben hayattaydım! Hayatta olduğumuzu ne kadar sık düşünüyoruz, hayat nehri akarken? Unutur musunuz ölümlülüğünüzü? Ben bazen unutuyorum. En son Efes’te, Didim’in ikiz kardeşi olan kentte bunları hissettiğimi fark edince ürktüm. Ne kadar çok olmuş soluduğum havayı gerçekten koklamayalı. Müteşekkir olmayalı...
Geçmiş, şu an ve geleceğin amorfluğunu tadabildiğiniz yerler bunlar. Bu yerlerde önemsiz detaylardan kurtulup Bergson’un geniş zamanına yaklaşabiliyorsunuz. Belki o yüzden kutsal mekanlar bunlar. O yüzden kahinler, peygamberler bitmiş bu zeytinlerin, taşların arasından. Zaman, durağan ve akışkan buralarda. Taze kesilmiş çim kokusu burnumda, oya gibi işlenmiş binlerce yıllık taşlarda elimi gezdirirken, duyularımı hatırlıyorum bir anda. Ellerime bakakalıyorum dakikalarca. Taşlara ejderler ve Medusalar işlenmiş, adeta fısıldıyorlar. Bulutların altında, sütunlar renk değiştiriyor. Kırlangıç hopluyor, sanki bir dua. Dudaklarım bir Safo, diyor ki: Sümbül gibi/ Gözlerimi kör eden/ Bir aydınlık var.

Mermer ilahlar