Çocukluğum Fenerbahçe ile geçti. Babam, Afrika’da maçları takip edebilmek için saatlerce bilmem ne dağına tırmanıp maçları dinler. Dünyanın ücra bir köşesindeki Mauritius adasındayken sabahın karanlık köründe telgraf gelir, annem kötü haber geldi diye kalp krizi geçirdi geçirecek, telgraftan son maçın skorları çıkar. Yaz tatillerinde babaannemin Kalamış’taki evinden Fenerbahçe antrenmanlarına gideriz, bütün futbolcular bu fanatik tatlı ihtiyarı tanır... Anlayacağınız futbol meftunu bir aileye mensubum. Gel gör ki buraya taşındıktan sonra futbol sevdam yavaş yavaş söner, babamın tabiriyle fasulyeden Fenerli oluveririm. Ofsayda uzun süre kafam basmaz; tuzluklarla izah etmeye teşebbüs eden arkadaşlar olmuştur, heyhat iş gerçek maça gelince hayali çizgiyi kavrayamam.
En sonunda şeytanın bacağını kırıp bir maça gideyim dedim, gitmez olaydım. Olay şöyle gelişir: Gazetemizin en güzide Fenerlisi Tahir Özyurtseven beni milli maça davet eder de gitmem mi? Akşam Tahir, Can Dündar ve ben buluşup Fenerbahçe’de maç izleyeceğiz. Gazeteden çıkıp Beşiktaş’tan vapurla karşıya geçeceğiz. Harika. Ama sayın Başbakan burada anlaşılan, iskele yolu yine kapalı, polis kaplı, zar zor vapuru yakalarız, kan ter içinde koşarak. Üst kata çıktığımızda bir hanım bana yer açar, teşekkür edince, sanki hayal kırıklığına uğramışçasına “pardon yabancı olduğunuzu sanmıştım” der. Sanki yabancı olmasam yer vermeyecek! Kadıköy’e vardığımızda bir şeyler atıştırmaya karar veririz. Tahir fanatik bir Fenerli, ama ondan da daha fanatik bir Gazianteplidir. Bana çağrışım olarak Milliyet’in kokusunu sorun, hiç tereddüt etmeden “lahmacun” cevabını veririm. Her hafta en iştahla beklenen an onun cumartesi lahmacunları ve kebaplarıdır çünkü. Velhasılı kelam, çok sevdiğim Çiya’ya gidip otururuz. Arkadaşımız Turkcell İletişim Danışmanı Nedim Özkan’ın mumbar sevdasından az daha maçı kaçırırız. Mumbar yüzünden bu sefer de yağmurun altında kalabalığa karşı koşmak zorunda kalırız.
Pek futbolla alakam olmadığını, statta ilk kez milli maç izleyeceğimi telaffuz ettiğimden olsa gerek “geri zekalılar için futbol” kitaplarından çıkma diyaloglara maruz kalırım. “Bizimkiler kırmızı, ha” gibi uyarıları da çabası. Sevgili maç arkadaşlarım bana adeta post-yapısalcı izahatlar sunar. Ofsayt olduğu anda neden ofsayt olduğu açıklanır vs. Ah keşke üst perdeden konuşsaymışım, “bu maç orta sahada biter” ya da “sol kanadımız zayıf”, “Umut yerine Olcay girseydi” gibi ukala cümleler kursaymışım ama nerde? Arada PES oyunlarından kaptığım terimleri patlatırım ama onlar da ezber kokar.
Derken gol atarız, hoplarız, zıplarız ve ben anın keyfine varmak için çantadan kırk yılda bir keyif için içtiğim karanfilli sigaraları çıkartırım. İşte bu an çok önemli. Çünkü paketi her zamanki münasebetsizliğimle Can’ın sandalyesinin altına uçurduğum için yerde topluca paketi ararken gol yeriz. Bu yüzden de maçın sonuna dek “karanfiller yüzünden gol yedik” suçlamasından kurtulamam. Can, “karanfil devrimi” der, başka bir şey demez.

Haberin Devamı

Yeni başlayanlar için ofsayt

Maçı Özkan, Dündar ve Özyurtseven ile birlikte izledim.

Haberin Devamı

Maçtan çıkardığım sonuç:
1. İnsan en olumsuzda bile olumlu arar; bunu kaybettik, belki bu sayede teknik direktör, oyun taktiği vs. değişir düşüncesiyle yeni umutlar doğar.
2. Milli maç izleyicilerimiz iyi tezahürat ediyor, telefonlar sayesinde stat ateş böceği basmış izlenimi alıyor ama lig izleyicilerimizle kıyasla çok daha kansız/heyecansızlar.
3. Acı ama gerçek, ne kadar iyi oynarsan oyna gol atmadıktan sonra hiçbir anlamı olmuyor. Hayat da öyle mi acaba?
4. Maça hipodroma gider gibi giyinip gitmek olmuyormuş. “Bonjur Madam, ha ha ha” laflarını sonuna kadar hak ediyorum.
5. Nevruz’daki bayrak krizinden sonra burada bayrak patlaması beklerken, tek tük al yıldızla karşılaşıyoruz. Enteresan.
6. Hep eleştirdiğim über-yazar kervanına katıldım; hani her konuda ahkam keseninden. Artık entelektüel kamyon arkası yazıları kıvamında futbol analizlerine başlayabilirim, hadi hayırlısı.