Rıza Türmen

Rıza Türmen

rturmen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Uluslararası siyasette etnik-dinsel kimliklerin oynadığı rol, soğuk savaşın sona ermesinden sonra yeni bir önem kazandı. Artık uluslararası çatışmalar etnik-dinsel kimlikler temelinde meydana geliyor. Amartya Sen “Kimlik ve şiddet” adlı kitabında, dünyanın dinsel kimliklere bölünmesinin ve bireylerin sınıf, cinsiyet, dil gibi başka kimliklerinin gözardı edilmesinin, günümüzde şiddetin kaynağı olduğunu anlatır.
Böyle bir dönemde AKP iktidarı da topluma, cumhuriyetin laik-Batılı kimliği yerine bir Sünni-Müslüman kimlik giydirmeye çalışıyor. Dış politika, AKP’nin bu amacı gerçekleştirmek için kullandığı önemli bir araç. O nedenle, AKP Hükümeti’nin dış politikasını değerlendirirken, Türk toplumunun dönüşümü ile dış politika arasındaki bağlantıyı kurmak gerekir.
AKP Hükümeti’nin dış politikasının bir hedefi AB’nin desteğini sağlamak. AB desteği, AKP için birkac bakımdan önemli. İçeride tehdit olarak gördüğü ögelere karşı bir koruyucu kalkan görevini görüyor. Liberal değerleri benimsemiş bir parti görüntüsü veriyor. Dolayısıyla AKP, dinsel değerlere dayanan bir parti değil, Avrupa’daki “Hıristiyan Demokrat” partilere benzeyen bir parti olduğunu ileri sürmek olanağını buluyor. Ülke içinde liberal aydınların desteğini sağlıyor.
Ancak AKP, AB’yi aynı değerleri paylaştığımız bir uygarlığa aidiyet sorunu olarak görmemekte. İslam kimliği ile AB’ye kabul edilmek istemekte. Sn. Başbakan’ın birçok kez belirttiği gibi, AB Türkiye’yi başka bir uygarlığın temsilcisi olarak içine alırsa, uygarlıkların birleştiği yer olacak. Türkiye’yi dışlarsa bir Hıristiyan kulübü kalacak. Oysa, Batı ile Türkiye’yi değerler temelinde birleştiren laiklik ilkesi. Türkiye’yi nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu laik bir devlet olarak görüyorsanız, Türkiye’nin AB üyeliği, ait olduğu uygarlıkla bütünleşmesi anlamını taşır. Böyle değil, Türkiye’yi bir İslam devleti olarak görüyorsanız, Sn. Başbakan’ın söylediği doğru.
AKP’nin AB’ye duyduğu ilginin, AB ile bütünleşmekten çok, kısa vadeli çıkarlarını korumak gibi pragmatik düşüncelerden kaynaklandığı giderek daha iyi anlaşılmakta. Sn. Başbakan’in Suudi Arabistan ziyaretinde söylediği “Bizim için AB ne ise, Suudi Arabistan odur” yolundaki sözleri AKP’nin AB’ye bakışını gösteriyor. AB-Türkiye ilişkilerindeki tıkanıklığı da, bazı AB üyesi devletlerin tutumları kadar AKP’nin AB’ye yaklaşımında aramak gerekir.
Buna karşılık, AKP Hükümeti’nin Ortadoğu ve İran siyasetlerinde büyük bir hareketlilik görüyoruz. Thomas Friedman, 16 Haziran tarihli New York Times’a yazdığı yazıda “Türkiye’nin İslamcı Hükümeti’nin AB’ye katılmak yerine Hamas-Hizbullah-İran cephesine katılmaya odaklandığını görmek şaşırtıcı” diyor.
Türkiye Ortadoğu’da “anlaşmazlıkların dışında kalmak” siyasetini bir yana bırakıp “anlaşmazlıklara taraf olmak” siyaseti izliyor. Dinsel kimlik AKP’nin Ortadoğu siyasetini biçimlendiriyor. Örneğin, Türkiye Hamas’a hiçbir Arap ülkesinin vermediği desteği veriyor. Bunun bedeli, hem Arap-İsrail anlaşmazlığında, hem de El Fetih-Hamas anlaşmazlığında etkili bir rol oynamak olanağını yitirmek. El Fetih’i ve Mısır gibi ılımlı Arap ülkelerini karşımıza almak. AKP, Gazze sorunundaki tutumunun insancıl düşüncelerden kaynaklandığını söylüyor. Bu doğru olsaydı, Sudan’daki insan hakları ihlallerine karşı çıkması, Hamas’ın masum insanları öldürmesini kınaması, Ahmedinejat’ın muhaliflerine uyguladığı şiddeti de eleştirmesi gerekmez miydi?
Türkiye’nin kimlik siyaseti Türkiye’nin çıkarlarıyla ne ölçüde bağdaşıyor? Türkiye’nin çıkarının İran’ın nükleer silahlara sahip olmamasında yattığı kuşkusuz. Nükleer silahlara sahip bir İran’in Türkiye’ye karşı tehdit oluşturması bir yana, İsrail’e karşı nükleer silah kullanması ve bölgede bir savaşa yol açması olasılığı var. Durum buysa, akılcı olanın, Türkiye’nin uluslararası toplumla birlikte İran üzerinde baskı yapması değil mi? Oysa, Türkiye bunun tam tersini yapıyor. Müttefikleriyle arasının bozulması, BM’de yalnız kalmak pahasına, İran’ı uluslararası topluma karşı koruyor.
Dış politikaya kimlik egemen olunca, çıkarların gerektirdiği akılcı kararların alınmadığı, maceracı bir dış politika ortaya çıkıyor. Şimdiye dek, uluslararası konjonktürün yardımıyla Türkiye ağır bir bedel ödememişse, bu her zaman böyle olacağı anlamına gelmez.