Çabalar başarılı sonuç verdi. Sonunda Nobel ödüllü yazar Naipaul, İstanbul’da düzenlenen Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplantısına katılmaktan vazgeçtiğini açıkladı. Naipaul’un kararının nedeni, İslam dinine ilişkin görüşleriyle ilgili olarak Türkiye’de açılan kampanya. Naipaul katılmama gerekçesini, konunun “Türk medyasında politiğe edilmiş olmasının, etkinliğin asıl amacını ve bir edebiyatçı olarak yapacağım katkıyı gölgelemesi” olarak açıklıyor.
Gerçekte Naipaul’a yapılan Orhan Pamuk’a yapılanlardan farklı değil. Orhan Pamuk da Nobel ödülünü kazandıktan sonra, Ermeni katliamı ile ilgili sözlerine gösterilen tepki, aldığı tehditler yüzünden Türkiye’den uzaklaşmak zorunda kalmıştı. İkisi de aynı sendromun ürünleri. İstemediğimiz şeyleri söyleyenleri, farklı düşünenleri Türkiye’de barındırmıyoruz.
Naipaul ne diyor? İslam dinini sonradan kabul eden, Arap olmayan halkların kendilerini sürekli olarak kanıtlama gereğini duyduklarını, kraldan fazla kralcı olduklarını söylüyor. İslam dinini sevmiyor ve sert bir biçimde eleştiriyor. Eleştirilerinin çoğunun haksız olduğunu düşünebiliriz.
Düşünceyi ifade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü çoğu kez çatışan özgürlükler. Bu iki temel özgürlük arasında nasıl bir denge kurulması gerektiği, sınırın nereden geçtiği nazik bir konu. AİHM’nin kararları bu iki özgürlük arasındaki sınırın nereden geçtiğini belirlemek bakımından yararlı olabilir.
AİHM’nin ısrarla üzerinde durduğu temel ilke, ifade özgürlüğünün sadece toplumun hoşlandığı düşünceleri değil, aynı zamanda toplumu inciten, şok eden düşünceleri de kapsadığı. Bunun demokratik bir toplumun vazgeçilmez öğeleri olan çoğulculuğun, hoş görülülüğün, açık fikirliliğin bir gereği olduğu. (Handyside/İngiltere 1976).
Bu bağlamda, belirli bir dinle ilgili düşünceleri açıklamak, o dini eleştirmek de düşünce özgürlüğü kapsamına giriyor. AİHM kararlarında, bireylerin, sadece kendi inançlarının ret edilmesini değil, aynı zamanda inançlarına aykırı düşüncelerin ileri sürülmesini kabul etmelerinizin, bunlara karşı hoşgörülü davranmalarının, çoğulculuğun bir gereği olduğu belirtiliyor (IA/Türkiye 2007).
Ayrıca, AİHM, okullarda din derslerinin, çocuklarda eleştirel bir düşünce oluşturacak biçimde okutulmasını öngörüyor (Zengin/Türkiye 2007).
Buna karşılık, dinlere hakaret eden, kutsal değerlere söven, başkalarını gereksiz yere inciten ve kamusal bir tartışmaya katkıda bulunmayan ifadeleri AİHM düşünce özgürlüğü kapsamında görmüyor. Bu gibi durumlarda, din ve vicdan özgürlüğünün korunması düşüncesi daha ağır basıyor. Düşünce özgürlüğü, başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla sınırlandırılabiliyor.
Nasıl ki, Otto- Preminger Institut/Avusturya (1994), Wingrove/İngiltere (1996), IA/Türkiye (2005) kararlarında AİHM, bu davalardaki din ve cinselliği birlikte ele alan ifadelerin dinlere hakaret ve sövme niteliği taşıdığı için düşünce özgürlüğü kapsamına girmediğine karar verdi. İlk iki davada söz konusu olan dinsel öğe içeren erotik filmler. Üçüncü dava ise aynı nitelikte bir kitapla ilgili.
Her üç olayda da yerel makamlar hem filmlere ve kitaba, hem de yapımcılara ve yazara yaptırım uyguluyorlar. Filmlerin gösterilmesi yasaklanıyor. Kitap toplatılıyor. IA mahkûm oluyor. AİHM, dinlere sövme niteliğindeki bu ifadelerin Sözleşme tarafından korunmadığı, uygulanan yaptırımların Sözleşme’yi ihlal etmediği sonucuna vardı.
Naipaul’un İslam dinine ilişkin olarak söyledikleriyle yukarıda değinilen üç davada yazılan ya da gösterilenler arasında bir benzerlik yok. Dinsel değerlere hakaret, sövme söz konusu değil. İslam dinine yöneltilen eleştiriler var. Bu eleştirilere katılmasak bile, bunlara tahammül etmek ifade özgürlüğünün bir gereği.
Naipaul’a karşı açılan kampanya, düşünce özgürlüğü konusunda toplum olarak nerede durduğumuzu göstermesi bakımından önemli. Türk toplumu dinsel bir kimliğe büründükçe, eleştiriye, farklı görüşlere karşı hoşgörü eşiği de giderek alçalıyor. Demokratik bir toplum olmaktan uzaklaşıyor.