16.03.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:
"İNTERNET, Dolunay, Cemaat" Can Kozanoğlu'nun dördüncü kitabının adı. İletişim Yayınları arasında çıkan kitapta adından da tahmin edebileceğiniz gibi fal, büyü, cinler, uzaylılar, gizemcilik, dolunay, yeni tarikatlar... Usulca büyüyen, hızla güçlenen Fethullah Gülen cemaati... İnsanlığın önünde büyük bir fırsat ve ihmale gelmez bir tehlike halinde duran İnternet üzerine yoğunlaşılmış.
Dünyalıların kendi meselelerini halletmekteki becerisizliğine ve yarına zum yapan kitapta İslami kesimin moderleşme süreci aldığı kararlara da yer verilmiş, bunlardan bir tanesi özellikle hoşuma gitti:
Refah Partisi'nin 1996 Mart ayında Antalya'da düzenlediği üst düzey toplantıda, milletvekillerinden ve parti yöneticilerinden beyaz çorap giymemesi istenmiş.
Tahmin edebileceğiniz gibi Can kitabında bu sembolik ayrıntıların çok ötesine geçmiş (ileriki günlerde bu sütunlardan, ya da kitaptan okursunuz) ama ben bu ayrıntının da çok önemli olduğunu düşünüyorum.
BELKİ haber dikkatinizi çekmiştir... Merkezi Paris'te bulunan Uluslararası Sanat Olimpiyatları'nın İstanbul'da düzenlenmesi kararlaştırıldı.
İstanbul'un diğer aday kentler arasından öne geçmesi ve Yürütme Kurulu'nca olimpiyatların düzenleneceği kent olarak belirlenmesi genelde insan hakları ihlalleri ile adını duyuran ülkemizin prestiji açısından büyük önem taşıyor. 2004 Olimpiyatları için adaylığını sürdürecek beş kent arasına seçilemeyen İstanbul, 1999 yılında "Sanat Olimpiyatları" ile sesini tüm dünyaya duyurabilecek.
80 ülkenin temsil edildiği Uluslararası Sanat Olimpiyatları Konseyi'nin komitesinde Türkiye'nin Paris Kültür Müşaviri Vecdi Sayar da yer alıyor.
Kurucu Başkanlığını Marc Verrire'nin yaptığı "Sanat Olimpiyatları"nın Onur Kurulu üyeleri arasında Jorge Amado, Milos Forman, Maurice Bejart, Ravi Shankar, Jessye Norman, Carolyn Carlson, Robert Hossein gibi isimler bulunuyor.
Buraya kadar iyi hoş... 1999 yılında İstanbul tarihi itibariyle layık olduğu muameleyi görecek. İstanbul sokakları müzik, dans, sinema, edebiyat, dramatik sanatlar, plastik sanatlar ile dolacak, genç yetenekler ortaya çıkarılacak. Çok hoş, çok güzel.
Şimdi gelelim Türkiye cephesine: Bu başarıda büyük payı olan, İstanbul'a ilişkin kaygıları özellikle siyasal istikrarsızlığı gündeme getiren soruları yanıtlarken tahmin edebileceğiniz gibi kan ter içinde kalan, Türkiye'nin bu organizasyonu gerçekleştirme potansiyeline sahip olduğunu kabul ettiren sinema yazarı Vecdi Sayar'ın en azından teşekkürü hakettiğini düşünüyorsunuz değil mi?
Yanılıyorsunuz.
Vecdi Sayar Kültür Bakanı İsmail Kahraman tarafından Tacikistan'ın başkenti Duşambe'ye tayin edildi. Bakan'ın imzaladığı kararname şimdi Dışişleri Bakanı Tansu Çiller'in imzasını bekliyor. O da imzalarsa Cumhurbaşkanı'na sunulacak.
Kültür müşavirlerini yeterli bulmazsa üç yıllık süreyi beklemeden çekebileceğine dair bir yönetmelik değişikliği yapan Kültür Bakanı `yeterli bulmadığı' Viyana Kültür Müşaviri Meral Çerçi ile Budapeşte Kültür Müşaviri Necmettin Karaerkek'i de merkeze aldı.
Bakan'ın herhalde Vecdi'ye hiç tahammülü yok ki Enver Paşa'ya mezar olan Tacikistan'a göndermeye çalışıyor.
YİRMİ iki sanık adayı yabancı yazar geçtiğimiz hafta İstanbul'a geldi. "Düşünceye Özgürlük" adlı kitapçığın yayımcısı olarak (20 ülkeden 144 yayıncı yazar arasında Paul Auster, Margareth Atwood gibi isimler de vardı) gelen ve kendileri hakkında suç duyurusunda bulunan yazarlar garip bir şekilde "kapı duvar" bir DGM ile karşılaştılar.
Garip bir şekilde, çünkü aranıp da bulunamadıkları için takipsizlik kararı alınmış, yazarlar da bu yüzden ülkelerinden kalkıp "biz buradayız" demek için gelmişlerdi. Yargılanmakta ısrarlılardı ama hukukta bir karşılığı olmamasına rağmen savcı da yargılamamakta kararlı çıktı.
Başvuru kağıdının antetli olmaması gerekçelerden biriydi mesela... Başsavcı dilekçeyi bu yüzden "Böyle uyduruk şeyleri almıyoruz" diyerek almayacak ve "Kapı bu tarafta" diye onları nazikçe uğurlayacaktı. Başsavcının bir suç duyurusunu almamaya hakkı olmadığı, dilekçe verme hakkının anayasal bir hak olduğu söylendiğinde de "Almıyoruz, ne istiyorsanız yapın, nereye giderseniz gidin" gibi bir cevapla karşılaşacaklardı.
Yabancı yazarlar bu aşamada iyice şaşırdılar. Görevlerini yerine getirmeyen yargı personeli ile ilk kez karşılaşmışlardı. İç hukukun tıkandığı yollarda ne yapacaklarını bilemediklerinden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dışında bir mercii kalmadığına inandılar.
Yazarları şaşırtan tek şey DGM'deki tavır olmadı. İstanbul Üniversitesi önündeki eylemde, hiçbir Türk meslektaşının kendileriyle ilgilenmemesine, gördükleri ve göremedikleri herşeye şaşırmışlardı.
Ben de onların bu kadar şaşırmalarına şaşırdım. Ne yani dünyada insan haklarını ihlal eden, işkence yapan, yazarlarını hapiste süründüren, hukukun iflas ettiği tek ülke biz miyiz? Ayrıca böyle olduğumuzu gelmeden önce bilmiyorlar mıydı? Türkiye son yıllarda dünya basınında sadece insan hakları ihlalleri ile anılır oldu. Yoksa gazete de mi okumuyor bunlar?
Biz İsrailli birkaç yazarın, Filistinli yazarın gelişini protesto etmesine, "Filistin devlet değil ki, muhatap kabul ediyorsunuz" demesine şaşırdık mı? Böyle `hırtlık'lar hep olur. Önemli olan umutsuzluğa kapılmadan, inançla eşitlik ve iyilik için çalışmaktır.
Neyse, şaşkınlıklar ve umutsuzluklar bir yana yazarlar gitmeden önce Semiramis Gemisi'nde bir de şık yemek verildi.
Yemeğe Bülent Tanör, Eşber Yağmurdereli, Tomris Özden, Ertuğrul Kürkçü, İlker - Özdemir İnce, Sezer - Orhan Duru, Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer, Lale Mansur ve birkaç yazar daha katılmıştı. Gecenin sürpriz konukları ise yedi yıldır İngiltere'de yaşayan Vedat Türkali ile İsmail Beşikçi'nin iki gün önce hapisten çıkan yayıncısı Ünsal Öztürk idi.
Semiramis gezisi, Hint asıllı Alman yazar Rajwinder Singh'in "Üç gündür bu ülkedeyiz, üç gündür hiç gülmedik, gülemedik. Hadi kadehlerimizi kaldıralım ve gülelim" sözleri ve kahkalarla bitti.
Bu arada; Ünsal Öztürk'ün hapishaneden kurtulabilmesi için gereken paranın bir bölümünü de konuk yazarlar karşıladılar.
Edebiyatçının ayrıkotluğu, yalnızlığı anlaşılmayacak birşey değil.
Onlardan illa da örgütlü bir tavır beklenemez, ama insan hakları ihlallerine karşı bu kadar duyarsız ve tavırsız kalmak da yazın adamlarından beklenemeyecek kadar ortalama bir tavır.
JANE Champion "Piano" ile geniş kitlelere ve Altın Palmiye'ye ulaşmıştı. Ne var ki Champion Cannes'de ödülünü aldığı gece 12 günlük oğlu çok uzaklardaki ülkesinde vefat edecekti.
Belki de bu yüzden Yeni Zellandalı yönetmen oğluna adadığı yeni filmi "Bir Kadının Portresi"ni cıvıl cıvıl, umut dolu, rengarenk, güneşli bir bahar günü başlatıp, aynı yerde buz gibi umutsuz, gri bir kış günü bitirmiş...
"Bir Kadının Portresi"ni erkek izleyiciler uzun ve sıkıntılı bulabilirler ama bence kadınlar açısından alınacak somut derslerle dolu .
Entelektüel, gizemli, az konuştuğu için çok şey bildiği farz edilen, labirent tipi erkek meraklısı kadınlara şiddetle tavsiye edilir.