Ben sana inandım, güvendim, içimi açtım, tüm sırlarımı paylaştım. Şimdi bana bunu nasıl yaparsın hayin bilgisayar!
İki cihan bir olsa virüs girmeyeceği vaat edilen dizüstü bilgisayarıma virüs girdi geçtiğimiz hafta. Elim, ayağım, her şeyim bilgisayarım bana küstüğünden dış dünyayla bağlantım şak diye kesildi. O an, “Ben iç dünyama dönüyorum, orada hayal kırıklığına yer yok” diyen Oğuz Atay aklıma gelse de içim içimi yedi ve harekete geçmeye karar verdim. Evet, mahallemizdeki bilgisayarcıyı aramam şarttı. Şarttı da bilgisayarcı beni bu tipimle görmeye hazır mıydı bakalım? Zira nedeni bilinmeyen bir alerji yüzünden orta boy karpuz kadar olan suratımı merheme bulayıp streç filmle sarmıştım. Hem hava da buz gibiydi. Ah, tabii boşunaydı tüm bu bahaneler. Esas çekincem bilgisayarcının kendisiydi.
“Farmville”de turp gönderemiyorum
Lafı evirip çevirmeyeceğim, bilgisayarcı beni sevmiyordu. “Farmville’de turp gönderemiyorum!” tarzı sofistike şikayetlerimi efendilikle karşılayıp göğsünde yumuşatmış bu insanı en son aradığımda “İnternet çalışmıyor!” diye yalvar yakar eve çağırmıştım. İşinin ustası bilgisayarcı kan ter içinde gelip fişi çıkan modemin fişini prize takmış ve tek kelime etmeden tüm asaletiyle evi terk etmişti. Gidiş o gidiş. O günden beri bilgisayarımla ilgili her şeyi kendim halletmeye çalıştım ve şekil 1-A’da gördüğünüz üzere hiçbir şeyi halledemediğimden alet en sonunda isyan bayrağını çekti.
Sakın açma!
Korkunun ecele faydası yoktu. Bilgisayarcının numarasını tuşlayıp sonuna kadar çaldırdım. Üzerine sapık gibi üç kere daha aradım, açmadı. Tam “Sakın açma” diye kaydedilmiş olabilirim diye düşünürken geri aradı. Sevgilim aramışçasına sevinerek “Dükkandaysanız vaktinizi almadan uğrayacaktım” dedim. Buz gibi bir sesle yanıt verdi: “Okey.”
Küçük bir kutu fıstıklı baklava alarak yol üzerindeki bir pasajın alt katında konuşlanan bilgisayarcının kapısını tıklattım. Başıyla beni içeriye buyur etti. Baklavayı ve bilgisayarımı girişteki tezgahın üzerine koyup ellerimi önümde birleştirerek mum duruşuna geçtim. Yedi dakika kadar kapıda dikildikten sonra “Benim bilgisayara bir format mı atsak?” şeklinde bir giriş yapınca sanki orada ansızın belirmişim gibi ters ters baktı ve “Şu kapıdan elinde bilgisayarla giren beş kişiden dördü bilgisayarına format attırmak istiyor” dedi ve ekledi: “Kimse sorunun kaynağına inmiyor, varsa yoksa format at! Kendi hayatınıza da format atıp işi kökünden çözüyorsunuz herhalde.”
Çek bir tabure
Daha önce iki kelam konuşma fırsatımız olmayan altmışlarının başındaki bilgisayarcıya boş boş bakarken “Senin suratına ne oldu? Bir format da sana atalım istersen?” diye bana takılınca “Buz Devri”nde fındığın peşinden koşan sincap gibi kısa bir kıkırdadım. O da ilk defa gülümsedi. Onun gülümsemesinden güç alarak bir tabure çekip yanına oturdum. Neredeyse iki saat boyunca sohbet ettik, altışar bardak da çay içtik.
Kaç yıldır tanıdığım fakat panikten iletişime geçme fırsatı bulamadığım şahane insan, bilgisayarımı format atmadan tamir ettiğin için teşekkürler. Ben de kendi problemlerime format atmadan önce olayların derinine inip başka çözüm yolları aramaya gayret ediyorum. Unutmadan, bir dahaki karşılaşmamızda çaylar benden!
Özay Şendir
‘Diyalektik bir şey’ olarak Lozan tartışması...
16 Mayıs 2025
Abbas Güçlü
Sosyolojik hatalar!
16 Mayıs 2025
Zafer Şahin
Sanatçılar ‘Terörsüz Türkiye’ istemiyor mu?
16 Mayıs 2025
Abdullah Karakuş
Krizler, görüşmeler ve sonuçları
16 Mayıs 2025
Güldener Sonumut
İttifak’ta görüş ayrılığı çıkmadı
16 Mayıs 2025