Henüz bir evladım yok, o da olur inşallah kısa zamanda. Yine de yarıyıl tatiline büyük bir anlam yüklüyorum. Çünkü el ayak çekilince, okul servisleri yolları terk edince ulaşım bir anlam kazanıyor. Ne tarz bir anlamı mı? Ulaşabiliyorsun. Hele ki İstanbul’da, gün içerisinde çekmen gereken birden fazla kapı varsa bir yere ulaşabilmenin dayanılmaz hafifliğiyle oradan oraya kelebek gibi konuyorsun. Olayın bu kısmını gayet güzel ifade edebildiğimi düşünüyorum. Gelelim ikinci kısma...
Şebnem ablası
Bazen basiretimiz bağlanır, paralize oluruz ve hayatta yapmam diyeceğimiz şeyleri yaparız. Bu sabahın köründe de aynen böyle oldu. Omuzumda koca bir çanta, elimde poşetler, dişlerimin arasına sıkıştırdığım berem ve eldivenlerimle dışarı çıkmak üzere kapıyı kilitlemeye çalışıyordum ki telefonum cayır cayır çalmaya başladı. O panikle boş bulunup kimin aradığına bakmadan telefonu açtım. Açmaz olaydım. Hattın diğer ucunda Hülya isimli bir arkadaşım vardı ki buraya kadar bir problem yok. Çok konuşur ama iyi kızdır Hülya. Ne zaman ki fonda “Anneeeee!” diye bir çığlık duydum, işte o zaman bana bir kal geldi. Bu çığlığın sahibi Hülya’nın sekiz yaşındaki kızı Meriç’e aitti. Meriç dıştan bakınca böyle altın bukleli, elma yanaklı, dünya şekeri bir kız. Fakat sadece dıştan. İçten içe Meriç’ten bildiğiniz tırsıyorum. Sadede geleyim, yan apartmanımda oturan Hülya’nın acil bir işi çıkmıştı ve Meriç’i birkaç saatliğine bana emanet etmek istiyordu. Canım benim sağ olsun, hiç emrivaki yapmadan Meriç’i Şebnem ablasına getirmişti. Çünkü ablayım ben. Teyze değil.
Bir an için eve geri girip telefonumu uçuş moduna almayı düşündüm. Sonra kendi kendime “saçmalama” dedim, en iyisi asansörde mahsur kalma numarasıydı sanki. Ben çıkana kadar onlar vazgeçip çoktan giderlerdi belki. Asansörü nasıl bozacağımı düşünürken bizim kata varan asansörün kapısı açıldı ve içeriden gül cemaliyle aslanlar gibi tek başına Meriç çıktı. Artık her şey için çok geçti.
Buhran zamanı
Çocukları seviyorum. Kız-erkek fark etmez. Ancak söz konusu Meriç olduğunda ne bileyim, boncuk boncuk terle karışık bir sıcak, bir buhran basıyor bana. Kendisiyle mazimiz ne ki istikbalimiz ne olsun. Tepesinden baktığımda belime gelen bu küçük kız konuşmaya başladığında resmen dilim tutuluyor. Hangi lafına nasıl cevap vereceğimi bir türlü kestiremiyorum. Sağ gösterip sol vuruyor. Her olayla ilgili bir saptaması var ve genellikle onunkiler benimkilerden daha doğru. Ya da kendinden o kadar emin konuşuyor ki bana öyle geliyor. Meriç’in karşısında bir Singapur kaplumbağası gibi kabuğuma kaçıp toparlacık olasım var hep.
“Şebnem ablaaaa!” diye haykırarak kollarıma koştu Meriç. E tabii, bana nasıl yaklaşacağını çok iyi biliyor velet. Annesi bir de benim sevdiğim bitter çikolatalı cookie’lerden alıp Meriç’in eline tutuşturmuş. Gerçi kesin Meriç’in fikridir bu. Neyse, tuzağa düşmemek için kısa bir anlığına gözlerimi kısıp baktım bizimkine ama günün sonunda benim kalbim de pamuk şekeri. Bir çikolatalı cookie’ye tav olabiliyorum. Mesela Meriç asla bu tarz şeylere tav olmaz bence.
Bu nasıl sekiz yaş?
Öyle böyle derken Meriç’le asansöre bindik. Ben tam sıfıra basacakken onun eli benden önce gitti düğmeye. Sonra tüm bilmişliğiyle “Çok hoş gözüküyorsun. Tüm günü seninle geçireceğim için nasıl mutlu olduğumu bilemezsin. İyi ki beni kabul ettin. Elindekiler ağırsa yardım edeyim mi?” dedi bir çırpıda. Bu nasıl sekiz yaştı Allah’ım? Ben sekiz yaşındayken Barbie’leri öpüştürüyordum. Meriç’e hazırlıksız yakalanmıştım ve belli ki önümüzde beraber geçireceğimiz uzun saatler vardı. Bu saatleri bileğimi verevine kesmeden sağ salim atlatabilirsem önümüzdeki pazara her şeyi en ince detayına kadar anlatacağım size. O zamana kadar bana şans dileyin lütfen.
Özay Şendir
‘Diyalektik bir şey’ olarak Lozan tartışması...
16 Mayıs 2025
Abbas Güçlü
Sosyolojik hatalar!
16 Mayıs 2025
Zafer Şahin
Sanatçılar ‘Terörsüz Türkiye’ istemiyor mu?
16 Mayıs 2025
Abdullah Karakuş
Krizler, görüşmeler ve sonuçları
16 Mayıs 2025
Güldener Sonumut
İttifak’ta görüş ayrılığı çıkmadı
16 Mayıs 2025