Melankolik Paris’te geçirdiğim “hızlandırılmış” hafta sonundan sizler için notlar...
Paris’teki Türk Büyükelçiliği’nin ihtişamlı karşılama salonu.
Malum, Fransa gündemi her daim sıcak... Ben de son gelişmeleri birinci ağızdan dinlemek için Fransa Büyükelçimiz Tahsin Burcuoğlu ile bir röportaj yapmak üzere Paris’e uçtum geçtiğimiz hafta sonu. Röportajımızın Milliyet’te yayınlanacağını söyleyip bizi takipte kalın diyorum ve büyükelçiliğin içinde mini bir tura çıkarmak istiyorum sizleri. Paris’in 16. Bölgesinde bulunan “Hotel de Lamballe” yani “Lamballe Konağı”, büyükelçilik binamızın orijinal ismi. Hemen iki yanında da Balzac’ın müzeye dönüşen evi var. İkisinin bahçeleri birbirine göz kırpıyor. Geçmişi 15’inci yüzyıla dayanan bina, vakti zamanıyla Marie Antoinette’in baş nedimesi olan ve yine onunla birlikte giyotine giden Madame Lamballe’e aitmiş. Lamballe’den sonra sayısız kere el değiştiren konak, bir dönem akıl hastalıkları kliniği, bir dönem de II. Dünya Savaşı’nın Amerikan karargahı olarak kullanılmış ki biz de binayı Amerikalılar’dan almışız 1951’de. “Hotel de Lamballe”, aynı zamanda Fransız kültür mirasının da bir parçası. Sultan Abdülaziz’in Paris’e bir seyahati sırasında beraberinde getirdiği koltuğu bile girişte duruyor! Tahsin Burcuoğlu’yla soyadı benzerliğimizi merak edenlere kendisinin amcam olduğu bilgisini vereyim. Kısacası, tarihe tanıklık etmiş bir mekanın en üst katındaki “mavi odasında” uyudum ve uyandım geçtiğimiz hafta sonu.
Bouguereau’nun “Dante et Virgile In Hell” tablosu
Sergide seni seçtim “Tuhaflığın Meleği”!
Hepi topu bir tam günüm vardı Paris’i gezmek için. Tamam, bu şehre aşinayım ama yine de doğru koku almam gerekiyordu. İlk olarak en favori müzem, Seine Nehri’nin kıyısındaki Musee d’Orsay’e bakıyorum neler var diye. Yepyeni bir sergi başlamış: “L‘ange du Bizarre” yani “Tuhaflığın Meleği”. Goya’dan Max Ernst’e uzanan bir karanlık romantizm sergisi. Bingo! Hem tuhaf hem karanlık, en sevdiğim ikili! Frankfurt’taki Stadel Müzesi’yle beraber düzenlenen sergi, içinde Victor Hugo’nun bile “karanlık” çizimlerinin olduğu bir başyapıt diyebilirim. 200’den fazla tabloyu incelerken, aynı zamanda 1920’lerin “dışavurumcu” yönetmenlerinin çektiği “Frankestein” gibi korku filmlerini de seyredebiliyorsunuz ve böylece neredeyse üç saatiniz “şıp” diye geçiveriyor.
Hugo&Victor’un simgesi haline gelen “safir çikolataları...”
“Gurme çikolatacı” dedikleri...
Akşam yemeğinden önce kaldı mı bana sadece iki saat... Aklıma takılan bir çikolatacı vardı... Neden böyle şeyler aklıma takılıyor, inanın bilmiyorum. Hatırladım, Hugo&Victor! Altın günlerini yaşayan Hugo&Victor, gurme bir pastane ve çikolatacı. Şefi Hugues Pouget, Michelin yıldızlı kült restoran Guy Savoy’un pastalarını yapıyormuş önceden. Uzunca bir süre de Laduree’de çalışmış.
Dükkana girince uzunlu kısalı camlı raflarda toplamda
o sezonun en favori yedi
pastası sergileniyor. Çikolata kutularını da Moleskine defterden yapmışlar.
Çikolatalara gelince...
Bizde “gurme çikolata” adı altında girişimler var ya,
“batsın bu girişimler!” diyesiniz gelir. O nasıl bir tattır ya! n