Hal böyle olunca, "Hıristiyan kulübü" türünden yakıştırmalardan geçilmiyor. Fransa gibi bir ülkeyi de bu din eksenli kulübün lokomotifi olarak görebiliyoruz. Oysa laik Fransa, Avrupa'nın bugün en az Hıristiyan olan ülkesidir. Giscard d'Estaing gibi olanlar da zaten bir "din birliği"nden değil, bir "kültür birliği"nden söz ediyorlar. Türkiye'nin buna ait olmadığını belirtiyorlar. Özeleştiri kültürümüz fazla gelişmiş değildir. Ancak, bir yerden başlamak gerekiyor. Avrupa'daki "kimlik bunalımı" konusunda şu sıralarda basınımızda çok şey yazılıp çiziliyor. Konuyu anlamış birkaç aydın yazar dışında bu tartışma yüzeysel olarak ve çoğu kez faraziyelere dayanarak yürütülüyor. Başka türlü de olamaz. Çünkü "Yaşlı Kıta"nın ne tarihini, ne sosyolojisini, ne de kültürünü doğru dürüst biliyoruz. Değerlendirmelerimiz ise daha çok varsayımlara ve önyargılara dayanıyor. Avrupalıları bu görüşe sevk eden nedir? İşte bunu yeterince tartışmıyoruz. Oysa tartışmamız lazım, çünkü konu, oluşturmaya çalışıp da oluşturamadığımız bir kimlikle ilgili. Bugün bir soruyu açıkça sormak zorundayız. Dinen Hıristiyan değiliz. Orası kesin. Peki kültürel olarak laik Avrupa'nın bir parçası olabildik mi? Yüzeysel ve şekilsel olarak Avrupalıya benzememiz yetmiyor. 70 milyonluk nüfusumuzun önemsiz bir kısmının tam anlamıyla Avrupalı olması ise durumu kurtarmıyor. Bu kesim de zaten Türkiye'de pek sevilmiyor. Önemli aydınlarımızdan Hasan Bülent Kahraman, "Ya AB olmazsa" başlığı ile geçen hafta Radikal'de kaleme aldığı yazısında, "Türkiye, AB ile olan ilişkisinde ayak sürmenin cezasını şimdi en az 10 yıllık bir perspektifte hiçbir gelişme kaydetmeyerek ödeyecek" diyordu. Ancak bu eksik bir değerlendirme. Zira Türkiye bunu zaten 40 yıldır ödüyor. Konu bir kimlikle ilgili Kısacası, "AB trenini" kaçırmamızın nedeni Avrupalılar değil, biziz. Ankara Anlaşması imzalandığında Avrupa'da kimse "Müslümansın, gelemezsin" demiyordu. 40 yıldır ayak süren, Avrupa'yı Avrupa yapan ilkeleri kabul eder gibi görünüp bunları aslında reddeden biziz. Peki bunu neden yaptık? Kendi dini ve kültürel yapımızda bunları özümsememizi engelleyen bir şeyler mi var? Başka bir ifadeyle, Atatürk ile sağladığımız devrim niteliğindeki "kabuk değişiminin" arkasını niçin getiremedik? Giderek koyu Müslüman ve aşırı milliyetçi muhafazakâr kimliğinde olan, içe dönük bir Doğu toplumuna niçin dönüşüyoruz? İlhamlarını Batı'dan alarak Cumhuriyetimizi kuran idealist nesillerin gösterdikleri "muasır medeniyet" yolumuz, bir türlü çağdaşlaştıramadığımız dini ve kültürel değerlerimizden dolayı mı tıkanıyor? 'Kabuk değişimi' Peki, bugün kendi içimizde yaşadığımız tartışmalar bizi Batı'nın evrensel değerlerinden ve Avrupa'dan daha da uzaklaştırıyorsa, bunun sorumlusu Avrupa mı? İnsan haklarına kuşkuya mahal vermeyecek şekilde saygılı ve tümüyle demokratik bir toplum olmamızı sağlayacak sosyal ve kültürel altyapıyı oluşturamamış olmamızda hiç mi suçumuz yok?Acı gerçek şu ki, Cumhuriyetimiz henüz tamamlanmamış bir projedir. Bu nedenle Avrupa'nın "kimlik bunalımını" bırakıp, kendi "kimlik bunalımımıza" bakarsak kendimize çok daha yararımız olur. Batılı isek Batılı, Doğulu isek Doğulu olalım. "Ne Doğulu, ne de Batılıyız. Nevi şahsına münhasır bir ülkeyiz" diyorsak, o zaman bunun ortak özelliklerini anlamaya ve bunların işaret ettiği kolektif kimliğimizi bir an önce ortaya koymaya çalışalım. Giderek yansıttığımız "rotasını şaşmış ülke" görünümünden ancak öyle kurtulabiliriz. Yoksa, "dünya görüşü" ve "yaşam türü" konularında içimizde yaşadığımız derin zıtlaşmalar tehlikeli bir şekilde artacaktır. Bunun nedeni de herhalde Avrupa değil. semihi@cnnturk.com.tr Tamamlanmamış proje