Sonuçta Avrupa'yı bugünün Avrupa'sı yapan sosyoekonomik dinamikler bizim için de geçerli. Bir bölge ülkelerine, bir de Türkiye'ye bakmak, ne demek istediğimizi anlamak için yeterli. AB perspektifi ise gelişme sürecimiz açısından lokomotif rolü oynamıştır. AB perspektifimiz somutlaştıkça gelişme sürecimizin çok daha ileri noktalara gideceği de malum. Ancak, bu perspektifin hakkıyla olgunlaşması için AB'nin asgari gereklerini yerine getirmek zorundayız. Avrupa'nın kimlik krizine girmesi nedeniyle AB üyesi olamazsak da getirmek zorundayız. Çünkü bunlar kendi kalkınmamızın da nesnel önkoşullarıdır. Tekrarlıyorum: AB burada lokomotif roldedir. Yoksa amaç hiçbir zaman "Almanlaşmak" veya "Fransızlaşmak" olmamıştır. Olamaz da. Çünkü kimliğimizden memnunuz. Öte yandan, nesnel sosyoekonomik gerçekler ve global dinamiklerden de kendimizi sıyıramayız. Aramızda sıyırabileceğimize inananlar kuşkusuz var. Fakat gerçekçi değiller. Avrupa Birliği için kullanılan "bisikletçi" benzetmesini duymayan kalmamıştır. Yine de hatırlatayım. AB'nin bir bisikletçiye benzediği söylenir. Yani, hep ilerlemesi gerekiyor. Çünkü durdu mu düşer. Aslında Türkiye için de aynısı geçerli. Kuşkusuz Türkiye'de bisikleti duvara dayayıp rahatlayabileceğimize inananlar var. Ancak bu yaklaşım farklı bir çağa ait. Günümüz Türkiye'si sosyolojisi gereğince ilerlemek zorunda. Bu kesimler şu anda, Fransız ve Hollanda referandum sonuçlarına adeta bir "can simidi" gibi sarılıyorlar. "İstediğimiz kadar kapıyı zorlayalım bizi almazlar" diyorlar. Mevcut halimizle elbette ki almazlar. Birçok huyumuz korkutuyor kendilerini. Ancak, kalkınmışlığın asgari gereklerini yerine getirmiş, bu özelliği ile ilerleyen ve bölgesinde olduğu kadar dünyada da güven telkin eden bir ülke olarak almamakta zorlanırlar. Fakat bu, bugünün tartışması değil. 10-15 sene ötesinin tartışması. Fransa ve Hollanda da olduğu kadar Türkiye'de de bugün karamsarlık yaymaya çalışan kesimler var. Amaçları, kuşkusuz, halkın temel korkularından beslenen popülist argümanlarla hoşlanmadıkları gidişatı kendi ideolojik bakış açılarına göre yönlendirmeye çalışmak. Peki başarılı olabilirler mi? Can simidi gibi Geçenlerde bir Alman diplomatla konuşuyordum. Cemil Çiçek'in Ermeni çıkışı, Kızıltepe olayı, kadınlara karşı şiddet derken Türkiye konusunda karamsar olduğunu söyledi. Hatta şöyle bir ifade kullandı: "Ben Türkiye ile ilgili 'önyargılarımı' (buradaki tırnakları havaya parmaklarıyla çizdi) ülkenize gelmeden önce değil, geldikten sonra edindim." Geriye doğru bakmasını söyledim. "Türkiye her şeye rağmen ilerleyen, gelişen ve büyüyen bir ülke" dedim. "Yansıttığın karamsarlığı besleyen kesimler sonunda hep geride kaldılar. Çünkü Türkiye, onların değil, sosyoekonomik gerçeklerin etkisindedir. Bunu anladıkça gelişiyor, inkâr ettikçe gelişmemizi geciktiriyoruz."Önceki gün de Oxford Üniversitesi profesörlerinden Kalypso Nicolaides ile konuşuyordum. Çok hoşuma giden bir benzetmede bulundu. Bunu Ankara'da katıldığı konferansta da tekrarlamış. "Türkiye aslında Avrupa'nın viagrasıdır" dedi ve şöyle devam etti: "Avrupa yaşlanıyor. Nüfusu azalıyor. Dinamizmini yitiriyor. Bunları geri getirecek olan, Türkiye gibi genç ve dinamik bir ülkenin sağlayacağı yeni olanaklardır." Yarı Fransız, yarı Yunanlı olan Nicolaides hemen, "Tabii bunun önkoşulu asgari gerekleri yerine getirmektir" diye ekledi. Henüz orada değiliz. Ama o yönde ilerliyoruz. Yeter ki bisikleti duvara dayamayalım. Bisikletten düşüp düşmemek ise bizim elimizde. semihi@cnnturk.com.tr 'Avrupa'nın viagrası'