Cumhurbaşkanı Abdullah Gül laiklikten yana mesajlar vermeye devam ediyor. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyeleri ile önceki gün görüşürken, yeni Anayasa’nın “demokratik, laik ve hukukun üstünlüğüne dayalı olması gerektiğini” söyleyerek, “Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin önemli olduğunu” vurgulamış.
Tabii, “partiler bu noktada mutabıklar” diye de eklemiş ancak, özellikle Başbakan Erdoğan’ın “dindar nesil istiyoruz” türünden açıklamaları ışığında, burada biraz kuşku payı bırakmakta yarar var. Sonuçta herkes laiklik konusunda “mutabık” ama laikliğin tanımı konusunda bir mutabakatın olduğu tartışılabilir.
İşte bu noktada, laiklik konusunda dışarıya da mesajlar veren Gül tekrar devreye giriyor. Bu çerçevede Mısırlılara ve Tunuslulara “laiklikten çekinmeyin” mesajı iletirken, laikliğe bizim de katılabileceğimiz tanımlar getiriyor.
Bunu son olarak NATO’nun Chicago zirvesi sırasında “Gobal Viewpoint Network” adlı yayın kuruluşundan Nathan Gardels’e verdiği demeçte gördük. Gardels’in Mısır bağlamında laiklik ile ilgili sorusunu yanıtlayan Gül şöyle konuşmuş:
ABD ve İngiliz farklıdır
“Arap ve Mağrip ülkeleri için talihsiz olan şey, laiklik tanımlarının bir tür dinsizliği dayatan ‘Jakoben’ Fransız modeline dayanmasıdır. Müslüman toplumlara laiklikten söz ettiğinizde, Fransız örneğinin çağrışımları nedeniyle yanlış anlaşılıyor. Fiiliyatta laikliğin Arap ve Mağrip ülkelerindeki uygulaması da, laiklik adına İslam’a karşı mücadele şeklinde olmuştur.”
İster Saddam Hüseyin’in Irak’ta, ister Esad ailesinin Suriye’de, ister Hüsnü Mübarek’in Mısır’da, ister Abdülaziz Buteflika’nın Cezayir’de kurdukları düzen olsun, yakın Ortadoğu tarihini incelediğinizde Gül’ün bu tespitinin doğru olduğunu görüyoruz.
Yalnız Gül meseleyi burada bırakmamış. Laikliğin İngiltere ve Amerika’da görülen, kendi ifadesiyle, “Anglo-Sakson” tanımının herkesi rahat ettirmesi gerektiğini de vurgulayarak şöyle konuşmuş:
“Sonuçta bunun basit anlamı devlet işleriyle dini ayırmak ve devletin tüm dinlere eşit mesafede durarak, tüm inançların koruyucusu olmasıdır. Bu da tüm itikatlara saygı ve tüm inançların plüralist bir ortamda birlikte yaşamasına dayanmaktadır.”
ABD ve İngiliz modelleri gerçekten de Fransız modelinden farklıdır. Fransız modelinin kökü, halktan kopuk imtiyazlı bir sınıfı temsil eden ve gücünü acımasız bir monarşiden alan Katolik Kilisesi’ne Fransız ihtilalinden sonra duyulan nefrette yatmaktadır. Kilisenin aydınlanma çağını reddeden gericiliği ise ihtilal sonrası yönetimlerin din karşıtlığını daha da körüklemiştir.
ABD ve İngiliz modellerinde ise dinin varlığı temelde kabul edilmiş, ancak “dünyevi” ve “uhrevi” meselelerin birbirlerinin alanlarına müdahale etmemesi için somut kurallar oluşturulmuş.
Hep anayasayı koruyan!
Bu nedenle de, örneğin, ABD Kongresi’nin her yıl dua ile açılması veya Amerikan dolarında “Tanrı’ya Güveniyoruz” ifadesinin yer alması, halkı özde muhafazakâr ve dindar olan ABD’deki düzeni daha az laik yapmamıştır. Laikliği sulandırmaya kalkışanlar ise -ki çok olmuştur- önlerinde hep Anayasa’yı koruyan “Yüksek Mahkemeyi” (Supreme Court) bulmuşlardır.
Keza, devlet eliyle kurulmuş bir kilisesinin olması (Church of England) ve başındaki Başpiskopos (Archbishop of Canterbury) ile 25 diğer din adamının Lordlar Kamarası’nda oturma hakları bulunması nedeniyle İngiltere’nin laik bir ülke olmadığını iddia etmek mümkün değil. İngiltere’de de din adamlarının aldıkları kararlar nihayetinde parlamento ile Kraliçe’nin onayına tabi.
Bizde, ne yazık ki konuyu, Cumhurbaşkanı Gül’ün ortaya koyduğu boyutlarıyla tartışmak yerine, laiklik meselesini “uçkur” düzeyine indirip tartışıyoruz. Bu da eğitimdeki geri kalmışlığımızı yansıtıyor. Oysa derin ve felsefi boyutu ağır basan bir konudan söz ediyoruz.
Hal böyle olunca asıl yapmamız gereken şey, Cumhurbaşkanı Gül’ün sözleri vesilesiyle yukarıda işaret ettiğimiz hususları bilinçli, düzeyli ve Türkiye’nin sosyolojik gerçekleriyle uyumlu bir şekilde tartışmak olmalı. Fakat bir türlü yapamıyoruz.