Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Londra Olimpiyatları Türkiye için kötü başlamış olabilir. Ancak, bayanlar 1500 metrede muhteşem bir şekilde altın ve gümüş madalya getiren Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut, tekvandoda altın madalya getiren Servet Tazegül, yine tekvandoda gümüş madalya getiren Nur Tatar ve grekoromende bronz madalya getiren Rıza Kayaalp sayesinde, yine de iyi bitti sayılır.
Bu arada, diğer atletlerimizi de gösterdikleri dürüst çabalarından dolayı kutlamak gerekiyor. Olimpiyatların babası Pierre de Coubertin’in dediği gibi, sporcular için kazanmak önemli olsa da bunun gibi bir spor şölenine katılmış olmak da çok önemli.
Gönül elbette ki, tarihimizdeki en fazla sporcuyla katıldığımız bu Olimpiyatlardan, daha fazla madalya ile çıkmamızı isterdi. Fakat şimdilik bu kadarıyla yetinip 2016 Rio Olimpiyatlarına hazırlanmamız gerekiyor.
Bunu yaparken de Londra Olimpiyatları’ndan önemli dersler çıkarmamız gerekiyor.

Nicelik değil, nitelik
Buradaki en büyük ders kuşkusuz olimpiyatlarda sonuç getiren başlıca unsurun nicelik değil nitelik olduğu gerçeğidir.
Özetle, “180 sporcu ile çıkarma yapıyoruz” diye böbürlenmenin tek başına bir anlamı yok. Sonuçta, yüksek katılım madalya şansını orantısal olarak artırmıyor zira başarıyı sağlayan sporcuların bireysel performansları oluyor.
Türkiye sadece 10 sporcuyla katılmış da olsaydı, bu sayıda madalyayı o sporcuların özel gayretleri ile yine kazanabilirdi. Londra’dan daha fazla madalya ile çıkmamış olmamızda sporcularımızın da bir günahı yok.
Sonuçta performansları, kişisel çabaları kadar kendilerine sağlanan olanaklarla da orantılıdır. Dünyanın ilk yirmi ekonomisi arasında yer almamıza rağmen sporcularımızın karşı karşıya oldukları zorluklar ve yetersizlikler de zaten günlerce tartışıldı.

En fakirlerin başarısı
Fakat, ülkelerin ekonomik düzeyleri de burada tek başına bir ölçü değil. Nitekim, dünyanın en fakir ülkeleri arasında olmalarına rağmen Jamaika, Etiyopya ve Kenya’nın başarıları ortada. Başarı isteyen ülkelerin aynı zamanda Olimpiyatlar gibi büyük hedeflere kitlenmiş olan ciddi spor politikaları olması gerekiyor.
Tekvando ve grekoromendeki başarımızdan dolaylı sevindiysek de atletizmde gösterdiğimiz başarıdan dolayı daha fazla sevindiğimizi itiraf etmeliyiz. Bu başarı sporda artık geleneksel kalıpları kırabildiğimizin bir göstergesidir. İlerde aynı başarıları umarız örneğin yüzmede veya yüksek atlamada da gösteririz.
Ancak dediğimiz gibi bunun olması için kapsamlı bir spor politikası gerekiyor. Bu aynı zamanda konuya bilimsel yaklaşımları gerektiriyor. Olimpiyatlarda istisna olarak değil de sürekli başarılı olan ülkeler, sporcularını yıllar önceden hazırlıyorlar.
Bu hazırlıkların kilit unsurlarından biri ise rakiplerini tüm yönleriyle incelemeleri ve çok iyi tanımalarıdır. Atletlerin tam olarak neyle karşı karşıya oldukları böylece çok önceden ortaya çıkıyor. Hayalperest olmayan gerçekçi beklentiler de buna göre belirleniyor.

Kılıç’ın gafı güldürdü
“Gerçekçilikten” söz etmişken, çok yazılmış olsa da, biz de burada bir konuya değinmeden edemeyeceğiz. O da spor bakanımız Suat Kılıç’ın, adeta ayrı bir madalya gerektiren trajikomik hali.
Kılıç, fantastik bir gaf ile “Antalya’daki Olimpos Dağı’nın Olimpiyatlara adını veren dağ olduğunu, bu nedenle Olimpiyat meşalesinin doğduğu topraklara götürülmesi gerektiğini” söyledi. Bununla da yetinmeyip konu hakkında fazla bilgisi olmadığı anlaşılan Başbakan Erdoğan’ı da bu fantezisine alet etti.
Kılıç’ı mezarında duyan Pierre de Coubertin, kuşkusuz, kahkahayı bastı. Ekonomik krizle boğuşan Yunanlılara da bu vesileyle bir eğlence konusu çıktı. Kılıç’ın sözleri, hükümetin bir çok alanda gerçekle hayal arasındaki farkı tam algılayamamasının bir yeni örneği olarak literatüre geçti bile.
Kılıç’ın Türkiye’yi 2020’de madalyaya boğma hayali gerçekleşecekse, ki umarız öyle olacaktır, o zaman bu gibi temelsiz yaklaşımlardan vazgeçip, ayağı yere basan politikalar üzerinden hareket etmemizin şart olduğu ortadadır.
Yoksa vasat performanslara mahkum olmaya devam edeceğiz.