İran’ı yakından takip etmemizi gerektiren nedenler artıyor. Türkiye’nin gelişmelere ne kadar hâkim olduğu ise merak konusu. Tartışmalı seçimlerden sonra Ankara’nın “refleksif” bir şekilde, Ahmedinecad’ı anında kutlaması soru işaretlerine yol açmış bulunuyor.
Soruları soranlar sadece Batılı diplomatlar da değil. Gelişmeleri kaygıyla izleyen Suudi Arabistan, Ürdün veya Mısır gibi ülkelerin diplomatları da aynı şeyleri merak ediyorlar. Özetle, dış politika Ortadoğu uzmanı diye bilinen bir dışişleri bakanının elinde olmasına rağmen, Ankara’nın, ihtiyatlı ve taraflara itidal öğütleyen bir yaklaşım yerine, Ahmedinecad’a niçin anında sıcak bir kutlama mesajı gönderdiği merak ediliyor.
Türkiye bu durumda, İran’daki gelişmeleri tam kavrayamamış bir ülke konumuna düşmüştür. Bizde birçok kişinin, en basit argümana tekrar sarılıp, İran’daki gelişmelerin arkasında “ABD ve AB parmağı” görmeleri ise bu komşu ülke hakkındaki bilgisizliği yeterince sergiliyor.
Oysa İran’daki gelişmeleri Zaman yazarlarından Birol Akgün dün çok güzel özetlemiş.
Rejimin mistik büyüsü bozuldu
“Şunu kabul etmek gerekir ki, İslam devriminin otuzuncu yılında İran rejimi ilk kez halk tarafından sorgulanmaya başlanmıştır” diyen Akgün, dini liderin, gelen baskılar karşısında, oyların bir kısmının yeniden sayılmasını onayladığına işaret ederek şunları belirtiyor:
“Bu sonuç şimdiye kadar her sözü ilahi bir hükümmüş gibi algılanan dini liderin kararlarının değişebilir olduğunun anlaşılması ve halk baskısının sonuç getirebileceğini göstermesi bakımından gelecek günler açısından son derece önemlidir. Gelişmeler, rejimin mistik büyüsünü bozmuştur.”
Akgün, bu gelişmelerin aslında İslami rejimi tehdit etmediğini de belirtmiş. Bunu biz de geçen hafta yazdık. Reformcuların adayı Mir Hüseyin Musevi’nin, İslam devriminin öncülerinden olması nedeniyle rejimi tehlikeye sokmayacağını belirttik. Nitekim, Musevi’nin ortadan kaybolup göstericileri yalnız bırakması dikkat çekiyor. Musevi, büyük olasılıkla, destek sağladığı dinamiklerin nereye gideceğini tahmin edemediği için endişeye kapıldı.
Bu dinamiklerin istikameti ise, ülkenin dini lideri Ali Hamaney’in cuma hutbesinden sonra iyice belirsizleşti. Zira Hamaney, Ahmedinecad’a güçlü destek vererek, siyasi karışıklık için dış güçleri suçlama kolaycılığına kaçtı. Göstericileri de tehdit ederek “olanlardan sorumlu olacaksınız” dedi.
Böylece toplumunun önemli ve eğitimli bir kısmını yok sayarak, yatıştırıcı olmak yerine alevlendirici oldu. Ardından da cumartesi günkü kanlı olaylar yaşandı.
Yönetmek daha zor olacak
Ancak, Birol Akgün’ün de belirttiği gibi, bundan sonraki süreçte İran rejimi için ülkeyi yönetmek daha zor olacaktır.
Ülkenin karmaşık etnik yapısı ve başta Azeri, Kürt ve Arap unsurlar olmak üzere, azınlıklar arasındaki huzursuzluklar da düşünüldüğünde, işlerin çığırından çıkma olasılığı da gözardı edilemez.
Bu durumda molla rejimi ya makul reform taleplerini karşılayacak, ya da “dış düşman” yalanlarıyla teokratik totalitarizmini güçlendirmeye çalışacaktır. Hamaney’in sözleri mollaların tercihinin ikinci seçenek olduğunu gösterdi.
Fakat bir şeyi arzulamakla, onu gerçekleştirmek farklı şeylerdir. İran’ın geri dönüşü olmayan bir sürece girdiği ise ortada. İran’daki gerginliği daha da tehlikeli kılan şey ise Ortadoğu’daki kazanın kaynıyor olmasıdır.
Kerkük’te önceki gün yapılan kanlı bombalı saldırıda da görüldüğü gibi, tüm bölgeyi içine çekecek bir Sünni-Şii savaşı çıkarmaya çalışanlar var. İsrail’de, İran ile adeta savaş arzulayan aşırı sağcı bir iktidarın olması ise işleri daha da tehlikeli kılıyor.
Türkiye bugün herkesin baktığı önemli bir bölge ülkesidir. Bu nedenle AKP iktidarının, “refleksif” yaklaşımlar yerine, bizi çok yakından ilgilendiren bu gelişmeler karşısında nesnel ve bilinçli politikalar üreterek, bölgesel istikrara katkı yapmaya çalışması büyük önem taşıyor.