Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretinden çok dramatik bir sonuç çıkmadı. Taraflar esas itibariyle, Bush dönemi sonrasında düzelen ilişkilerin önemini bir kez daha teyit etmiş oldular. Fakat Amerikalıların “breakthrough” dedikleri “yeni ve beklenmedik” bir gelişme yok.
Diplomatlara soracak olursanız, haklı olarak, “Peki, ne bekliyordunuz?” diyeceklerdir. Sonuçta gündem maddeleri ve tarafların görüşleri önceden belliydi. Özetle, ziyaret öncesinde yaratılan “kritik buluşma” havası geriye bakıldığında abartılı görünüyor.
Bu arada tarafların bazı açıklamalarından daha çok kendi kamuoylarını gözettikleri belliydi.
Erdoğan için bu çerçevedeki en önemli konulardan biri, tabii ki, terör ve Kuzey Irak’taki PKK meselesiydi. Fakat ABD tarafı bu konuda Türkiye’ye azami desteği verdiğine inanıyor. ABD Büyükelçisi James Jeffrey, Erdoğan’ın ziyareti öncesinde bize verdiği mülakatta, bunu açıkça söylemişti.
Uzun kariyeri sırasında ülkesinin terörizm konusunda başka bir ülkeyle bu kadar yakın işbirliği yaptığını hatırlamadığını belirtmişti.
Özetle, bu konuda işbirliği zaten sürüyor ve sürecek. Zira ABD, Kürt açılımından Kuzey Irak’ın istikrarına kadar bir dizi hayati meselenin buna bağlı olduğunu biliyor. Fakat Erdoğan, kuşkusuz iç siyasetteki önemi nedeniyle, bu konuda yine de “ısrarcı” olduğuna dair bir görüntü vermek zorundaydı.
Obama da aynı şekilde “içe dönük” bazı hassas şeyler söyledi. Bunlardan bazılarının tercümanı tarafından Türkçeye eksik çevrilmesi, ayrıca Türk medyasında bu sözlerin üzerinde pek durulmaması ilgi çekicidir. Örneğin şu sözleri:
“Ve nihayet Başbakan Erdoğan’ı, dini ve etnik azınlıkların -demokratik ve siyasi süreç çerçevesinde- Türkiye’ye yeniden entegre edilmeleri için attığı ve çoğu kez zor olan adımlarından dolayı kutladım. Heybeliada’daki ruhban okulunun devamı ve ekümenik patrikliğin Türkiye’de devamlılığını sağlamak açısından atacağı adımlarda kendisine elimizden gelen desteği vermek istediğimizi de belirttim.”
Amerika’daki Rum lobisini (ve Atina’yı) çok memnun eden bu sözlerin, normal şartlarda, Türkiye’de sorun yaratması gerekirdi. Yaratmadığına göre, ya toplum olarak olgunlaşıyoruz ya da milliyetçi muhalefet bu sözlerin mahiyetine henüz “uyanamadı.” Türkiye’deki gergin siyasi atmosfer içinde bu konuların nasıl kullanıldığını bildiğimiz için ikinci olasılık bize daha gerçekçi geliyor.
Öte yandan, Oval Ofis’te ele alınan hassas konuların başında İran’ın geldiği ve bu konuda görüş ayrılığı bulunduğu yapılan açıklamalarda görülüyordu. Fakat taraflar, birçok faktörü aynı anda idare etmek zorunda oldukları ilişkilerinde, sırf İran yüzünden sarsıntı yaratmak istemediklerini de ortaya koydular.
Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin İran konusunda elinden gelen diplomatik çabayı göstermeye hazır olduğunu söylemesine karşın, Başkan Obama da Washington’un beklentilerini diplomatik dille açıkladı. Söylediği de özetle şuydu: “Biz de sizin gibi, İran’ın barışçıl nükleer enerjiye hakkı olduğunu söylüyoruz. Fakat İran’ın dünyanın nükleer silahlar konusundaki endişelerini giderme sorumluluğu var. Mademki ilişkiniz iyi, o zaman İran’ı bu yönde itin.”
Bundan Türkiye’ye, esnek ve inisiyatif aldığı aktif bir “arabuluculuk rolü” mü, yoksa yapmak zorunda olduğu şeyler konusunda İran’a bir “mesaj taşıyıcı” rolü mü çıkıyor, artık bunu okuyucunun takdirine bırakıyoruz.
Fakat Erdoğan’ın Ahmedinecad adına yaptığı “avukatlığın” Washington’daki İran algısını değiştiremediği kesin. Ankara’nın İran’ı Batı’nın istekleri doğrultusunda “akıllı olması” konusunda ikna edip edemeyeceğini ise göreceğiz.
İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mehmanparast’ın pazartesi günü yaptığı fakat basınımızın ilgisini nedense fazla çekmeyen açıklama bu açıdan fazla umut verici değildi. Zira Mehmanparast’ın sözleri, “Türkiye’nin bu işe karışmasını istemiyoruz” anlamına geliyordu.
Uzun lafın kısası, İran konusunun, Erdoğan hükümetinin başını ağrıtacağı anlaşılıyor.