Onlar da, "Nedir bu bedel?" diye sorduklarında, "Türkiye'nin Avrupa'dan uzaklaştırılması, mevcut dünya konjonktüründe size yarar mı, zarar mı sağlayacak, bunu çok iyi değerlendirmek zorundasınız" diye yanıt veriyordum. Nitekim Avrupa sonunda bedeli ödemeyi göze alamadı ve riske girmeyi tercih etti. Sıra şimdi benzeri bir soruyu kendimize yöneltmeye geldi. "Kıbrıs Protokolü'nün" imzalanmasının bazı riskleri olduğu malum. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak, imzalanmamasının bedelini yeterince düşündük mü? AB'nin 17 Aralık zirvesi öncesinde Türkiye'ye müzakere tarihinin verilmesine karşı çıkan Avrupalılara sürekli olarak şunu soruyordum: "Bu tarih verilirse sizin açınızdan bazı risklerin söz konusu olacağını kabul ediyorum. Ancak, tarihin verilmemesi halinde bunun bir bedeli olacağını hiç düşündünüz mü?" Tabii, bazı kesimlerden anında gelecek olan yanıt malum. "Kıbrıs davası kutsaldır. Bedeli neyse ödenir." Güzel de, bu bedeli ödeyecek olanlar bunu söyleyenler değil ki. Ödeyecek olanlar Kıbrıslı Türklerdir. Zira bu "bedel" onların dünyadan tecrit edilmişlik hallerinin daha da derinleşmesidir. Oysa, tecrit edilmişlik halleri bugün, yavaş yavaş da olsa, kalkıyorsa; ABD'li milletvekilleri, Rumlara meydan okuyarak, KKTC'ye gidiyorlarsa; Azerbaycan bununla da kalmayıp doğrudan uçuşlar başlatıyorsa, bunlar bizim "ret cehpesi" sayesinde olmuyor ki. Bunlar, Annan Planı sürecinde Türk tarafının takındığı yapıcı tutum sayesinde oluyor. O süreçte başta takınılan olumsuz tutum sonuna kadar götürülseydi, Kıbrıslı Türklere dönük mevcut küçük açılımları bile göremezdik. Hatta, Rumların AB'ye üye olmaları nedeniyle Kuzey Kıbrıs'ın izolasyonu daha da derinleşmiş olurdu. "Önemli değil, anavatan var" diyecek olanlara da yanıt ortada. 30 yıldır orada olmasına karşın anavatan bu izolasyonu kaldırabildi mi? Bedeli kim öder? Evet, Kıbrıs Protokolü'nün bazı riskleri var. Fakat imzalanmamasının bir bedeli var. O da AB ile ilişkileri koparmak. "Bu ilişkileri koparalım, bir zararı olmaz" diyecek olanlar, bu sözlerinin ne anlama geldiğini anlıyorlar mı? Çünkü Türkiye'nin siyasetine neredeyse 50 yıldır yön vermiş olan bir olgudan söz ediyoruz. Ret cephesinden "maksimalist" açıklamalar geliyor. Ancak alternatif konusunda bir şey duymuyoruz. Bir şeyi yıkmak kolay. Yerine yeni bir şeyi koymak ise o kadar kolay değil. Burada şu da hiç şu unutulmamalı: Hayatın doğal bir parçası olan "risk" yönetilebilen bir olgudur. Bedel ise sadece ödenir. Ödemeyi reddettiğiniz ölçüde de artar.Kopenhag zirvesi öncesinde Annan Planı sürecini iyi değerlendiremediğimiz için şimdi bir bedel ödüyoruz. Neden? Çünkü Rum kesimine AB üyeliğini kendi elimizle hediye ettik. Oysa bugün Kıbrıs adası, ya yeni bir ad altında ve birleşmiş olarak AB'ye üye olacaktı, ya da Rumlar, oyun bozanlıkları nedeniyle, üye olamayacaklardı. Alternatif nerede? Bir de kısaca şu "tanıma-tanımama" meselesine değinelim. "Kıbrıs Cumhuriyeti"ni tanımıyorsak, Trabzonspor niçin oraya, üstelik onların egemenlik kurallarına ve koşullarına göre yani Atina üzerinden gitti? Türkiye niçin, "Bir takımım sadece ve sadece Ledra Palas yoluyla Güney'e geçer. Yoksa hiç gitmez" diye bastırmadı? Kısacası, Türkiye'den bir takımın bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" takımıyla oynamış olmasına niçin kıyamet koparmadık? Yoksa bu maç hiç oynanmadı mı? Bir hayal mi gördük? Peki bu maçın 3 Ağustos'taki rövanşı için gelecek olan Rumlar hangi pasaportla Türkiye'ye girecekler? Türk polisi o pasaportlara gözlerini kapayıp mı giriş damgası vuracak? O maç da mı oynanmamış olacak? semihi@cnnturk.com.tr Ya Trabzonspor!