Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, “European Voice” dergisine verdiği demeçte, Türkiye’nin yeni bir “Sosyal Sözleşme”ye -veya, geleneksel tabiriyle, “Sosyal Kontrat”a- ihtiyacının olduğunu söylemiş. Bunun doğruluğunu anlamak için dahi olmak gerekmiyor.
Türkiye’nin hangi siyasi, kültürel, dini ve etnik temellerde bölündüğünü anlamak özellikle bu günlerde hiç de zor değil. Toplumsal fay hatlarındaki tehlikeli hareketlenmeleri hissetmek de zor değil.
Çözülmesi gereken sorunlar o kadar kemikleşti ki, bunları mevcut paradigmaların ışığında çözmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Hatta bazı açılardan bunun imkânsız olduğunu daha şimdiden söylemek mümkün.
Türkiye’de biz kendimizi “benzersiz” buluruz. Koşullarımızın “özel” olduğunu savunur, bu yüzden başkalarının bizi anlamadıklarını iddia ederiz. Oysa güneşin altında yeni bir şey yok. Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılar tüm Avrupa’da belli bir tarihi süreç içinde yaşandı.
Aslında önemli bir bölümü bizi de içeren Avrupa tarihi okullarımızda doğru dürüst okutulmadığı için bunun farkında değiliz. Bu da zaten Avrupa’ya bir “Hıristiyan kulübü” olarak bakmamızdan belli.

‘Sosyal Kontrat’ kavramı
Bunu söyleyenler 17’nci yüzyılın ikinci yarısı ve 18’inci yüzyılın ilk yarısında “Aydınlanma Çağı” adı altında yaşananlardan bihaber kişilerdir. Ne anlama geldiğini bilmedikleri “Sosyal Kontrat” kavramının da o yıllara dayandığının farkında değiller.
Bu durumda, Avrupa Birliği’nin ortaya nasıl çıktığını bilmeleri de mümkün değil. Bunun, 60 milyon insanın öldüğü bir savaşın ardından “Bu iş böyle gitmez, Avrupa ülkeleri arasında yeni bir kontrata ihtiyaç var” düşüncesinden doğduğu pek hesaba katılmaz.
Aynı şekilde, AB’den önce doğan -ve Türkiye’nin de neredeyse başından beri üyesi olduğu- Avrupa Konseyi’nin de Avrupalı toplumları insan hakları ve demokrasi temelleri üzerine oturtmaya çalışan bir sosyal kontrat modelini ortaya koyduğu da dikkate alınmaz.
Türkiye’ye dönecek olursak, sosyal ve siyasi kaosun eşiğinde gezdiğimiz ortada. Etnik ve dini bazda bölünmüş durumdayız. İnsan hakları ise yok gibi. Bu arada milliyetçilik, ulusalcılık ve vatanseverlik gibi kavramlar üzerinde de “konsensüs” yok.

Konuya nesnel bakalım...
Şimdi konuya ideolojik tercihlerimiz açısından değil de nesnel olarak bakalım. Türkiye’nin üstesinden gelmeye çalıştığı sosyal ve siyasal badirelerin geleneksel kalıplar içinde çözülebileceğini aklı başında kim söyleyebilir?
Özetle, toplumun kaosa sürüklenmesi ve kimsenin arzulamadığı tatsızlıkların yaşanması gerçekten istenmiyorsa, o zaman, Olli Rehn’in dediği gibi, Türkiye’de yeni bir Sosyal Kontrat’tan başka bir çözüm yok.
Bu da yeni ve Avrupa normlarıyla uyumlu kapsayıcı bir anayasa demektir.
Fakat “Hayır, biz kendi dünya görüşümüzden vazgeçip uzlaşı yollarını aramayız” deniyorsa, o zaman bu yaklaşımın mantıki sonuçlarına da katlanmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız.
Avrupalıların kanlı tarihlerinden aldıkları temel bir ders var. Bu da, “Siz sorunlarınızı rasyonel zeminlerden hareketle ve toplumsal huzuru gözeterek çözemezseniz, koşullar sizi güder, hatta çözer” dersidir.
Peki, Türkiye dersini ne zaman çalışmaya başlayacak? İşte şu anda yanıtı olmayan soru budur.