Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başbakan Erdoğan seçim gecesi verdiği sözün aksine “herkesin başbakanı” olamadı. Hassas konularda iyice belirginleşen “yasaklayıcı” ve buna dönük “emredici” tavırları ise ülkeyi germeye devam ediyor.
Ekonomik açıdan “yükselen bir güç” olsa bile, dışarıdan bakıldığında Türkiye etnisite, inanç ve yaşam tarzları açılarından giderek bölünen ve bu yüzden iç huzurdan uzaklaşan bir ülke görüntüsü veriyor.
Erdoğan’ın Türkiye’nin yetersizliklerine işaret eden yabancılara ateş püskürmesi, kendi tabanı üzerinde olumlu etki yaratsa bile, bu durumu değiştirmiyor. “Standard and Poors” bu açıdan iyi bir örnek sağlıyor. Erdoğan’ın “ideolojik” davranmakla suçladığı bu değerlendirme şirketiyle anlaşmamızı feshetme tehdidi işe yaramadı.
Şirketin yöneticisi, adeta karşı bir meydan okumayla, “biz her halükarda Türkiye’yi değerlendirmeye devam edeceğiz” diyerek, ülkemizde yatırım yapacak olanlara yol gösterici olmaya devam edeceklerini ortaya koydu.
İster ABD’nin yıllık insan hakları raporu, ister Uluslararası AF Örgütü ve benzeri kuruluşların son raporları, ister Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz, ister AB dönem başkanı Danimarka’nın ilgili bakanı olsun, herkes Türkiye’nin demokratik yolda ilerlemediğini gösteren unsurların altını çiziyorlar.
Bizde dünyanın artık ne denli “entegre” bir hal aldığını fark edemeyenler, “bize ne yabancılardan, biz yolumuza devam edelim” diyebilirler tabii. Ancak “Türkiye’nin yıldızını parlatan başarıların” sürdürülebilir olmasını dünyaya yansıttığımız imajdan soyutlamak mümkün değil.
Erdoğan’ın sinirli ve “emredici” halleri aynı zamanda AKP’nin “başkanlık sisteminden ne anladığını ve bu sisteme geçmemiz halinde Türkiye’yi hangi tehlikelerin beklediğini” de ortaya koyuyor.
İster 4+4+4 meselesi, ister birdenbire patlak veren kürtaj ve THY grevi meseleleri olsun, bunların Erdoğan tarafından ortaya atılma ve hükümet ile Meclis’in de bunun üzerine, emir almışçasına ve tartışma olmadan, hemen harekete geçmeleri, arzulananın “başkanlık” değil, kontrolsüz bir “liderlik” sistemi olduğunu çağrıştırıyor.
AKP kurmayları “ABD modeline” işaret ederek bu açıdan endişeleri yatıştırmaya çalışıyorlar. Ancak, ABD Başkanı’nın gücünü somut bir şekilde sınırlayan, hatta seçilmiş olsa dahi başkanın işine son verilmesine olanak sağlayan “kontroller ve dengeler” sisteminden hiç söz etmiyorlar.
Kürtaj meselesi de bu açıdan önemli bir örnektir. ABD, Türkiye gibi, nüfusunun önemli bir bölümü dindar ve muhafazakâr olan bir ülkedir. Kürtaj konusu da Amerikalılar arasında her zaman büyük kavgalara neden olmuştur. Cumhuriyetçilerin başkan adayı Mitt Romney de kürtaja hararetle karşı olan ve siyasi başarısını bir ölçüde buna dayandıran biridir.
Buna rağmen kürtaj, sıkı kurallara bağlanmış olsa bile, ABD’de bugüne kadar yasaklanamadı. Bunu yapmaya çalışanların karşısına her zaman Amerikan sistemindeki kontroller ve dengeler mekanizmasının temel direklerinden olan ve Anayasal hakları koruyan “Yüksek Mahkeme” dikildi.
AKP Türkiye için, Amerika’daki gibi, Yasama ve Yargı’nın Yürütme üzerinde mutlak anlamda sözü olan bir düzen düşünüyorsa bunu açıkça söylemeli. Ancak Erdoğan’ın ve AKP’nin son icraatları, düşünülen sisteminin bu olmadığına dair endişeleri körüklüyor.
Erdoğan daha bugünden, “tiyatro ahlakından” “demografi mühendisliğine,” sezaryen ameliyatından kadınların bedenleri üzerindeki haklarına, demokrasinin özünde olan grev hakkının sınırlanmasından basın özgürlüğünün öznel bir şekilde tanımlanmasına kadar birçok meseleye el atmış bulunuyor. Meclis’teki gücüyle de istediğini yaptırıyor.
“Herhangi bir kontrol ve denge mekanizması olmadan bir başkanlık sisteminin başına geçerse neler yapacak acaba?” sorusu bu durumda kaçınılmaz oluyor. “Kürtaj”, “sezaryen” derken, kesin olan tek şey var. O da, Türkiye’nin daha çok iç kavgaya ve toplumsal huzursuzluğa gebe olmasıdır.
Nedenini ise söyledik. Erdoğan Türkiye’de herkesin başbakanı olamadı. Zaten olmak da istemiyor.