Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Söz konusu konvansiyon ve protokole taraf olan Türkiye, bu rezerv sayesinde Avrupa dışından gelen mülteci ve sığınmacılara sınırlarını açmak zorunda değil. Ankara, Türkiye'ye giriş yapmış olan, söz konusu kişileri sorgusuz ve sualsiz olarak geldikleri yere derhal iade etme hakkını saklı tutuyor. Sorun da işte buradan kaynaklanıyor. Çünkü, AB müktesebatı, nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, mültecilerin öyle sorgusuz sualsiz iade edilmelerine olanak vermiyor. Bu arada, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (MYK) bu kişilere el uzatıp dosyalarını incelemeye aldıysa, o zaman Ankara'daki BM yetkilileri ve Batılı diplomatlar ile Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arasında, kamuoyuna pek yansımayan, kızgın telefon trafiği yaşanıyor. Kısaca özetlemek gerekiyorsa, Batılı hukukçular, Türkiye'nin 1951 konvansiyonuna koyduğu rezervin Ankara'yı bu konuda sorumluluktan kurtarmadığını ısrarla belirtiyorlar. Bu konunun Türkiye'nin başını önümüzdeki dönemde çok ağrıtacağını kaydediyorlar.Buna gerekçe olarak da uluslararası hukukta "non-dÈfoulement" diye bilinen kavrama işaret ediyorlar. Fransızca bir deyim olan "non-dÈfoulement", mültecinin kaçtığı ülkede zorbalık, işkence veya idam riski ile karşı karşıya bulunması halinde, o kişi geldiği yere otomatik olarak iade edilemiyor. Bu kavramın geçmişte Türkiye'ye karşı çok kullanıldığını da biliyoruz.AB reformlarından önce insan hakları sabıkası bir hayli kötü olan, bu arada idam cezasını da yasalarında hâlâ bulunduran Türkiye'nin bu yükümlülükten sıyırması kolaydı. Çünkü, örneğin, Türkiye'de de idam cezasının bulunması, ahlaken tartışmalı olsa bile, Ankara'yı, idam riski ile karşı karşıya olan mültecileri iade etmeme zorunluluğundan kurtarıyordu. Fakat bu durum artık değiştiği için, Batılı hükümetler ve uluslararası insan hakları örgütleri Ankara'yı bu konuda sıkıştırmaya başladılar.2002 yılında meydana gelen bir vaka ise MYK yetkililerince hâlâ unutulmuş değil. Bu vaka, İranlı Karim Tuzhali ile ilgili. MYK'nın kendisine mülteci statüsü vermiş olmasına rağmen Tuzhali, Ocak 2002'de zorla iade edildiği İran'da idam edilmişti. Batılı kaynaklar bunun münferit bir örnek olmadığını da belirtiyorlar.Son olarak, Suriyeli bir Kürt sığınmacının 25 Mart'ta zorunlu olarak ülkesine geri gönderilmesi bu örgütleri şu anda ayağa kaldırmış bulunuyor. Diyarbakır'da Kongra-Gel zanlısı olarak da yargılanan, ancak mahkeme tarafından serbest bırakılan Ahmet Muhammed İbrahim'in Suriye'deki akıbeti ise bilinmiyor. Batılı diplomatlar, zorla iade edildiği sırada, İbrahim'in dosyasının MYK'daki inceleme sürecini henüz tamamlamadığına işaret ederek, Türk yetkililerine duyulan kızgınlığın bu nedenle daha da arttığını belirtiyorlar. Zira, MYK'nın bu tür kişilerin gerçekten mülteci olduklarına dair kanaat getirmesinden sonra kendilerine Batılı ülkelere iltica etme hakkı tanınıyor. Bu tanımlamayı kazanmış olmalarına rağmen, hiçbir ülkenin kendilerini istememesi halinde -ki bu nadiren oluyormuş- o zaman Ankara bu kişileri sorunsuz olarak geldikleri yere iade edebiliyor. Diplomatlar, sorunun Türkiye'nin bu sürece uymasından kaynaklandığı belirterek, bunun sadece AB müktesebatının değil, uluslararası hukukun ruhuna da aykırı olduğunu savunuyorlar... semihi@cnnturk.com.tr Türkiye'nin AB müktesebatıyla uyum sağlama süreci, Ankara'yı, alışagelmiş kimi uygulamalarını değiştirme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakıyor. Bunun geçerli olduğu bir alan ise mültecilerle ilgili. Bugünlerde Ankara'daki Batılı elçiliklerin en büyük şikâyet konularından biri de bu. Sorun, Türkiye'nin 1951 tarihli Uluslararası Mülteciler Konvansiyonu'na ve buna bağlı olarak 1967'de kabul edilen protokole bir "Doğu'dan gelenler" rezervi koymuş olmasından kaynaklanıyor.