Türkiye, Suriye’deki iç savaşla ilgili kırmızı çizgisini dünyaya uzun süre önce ilan etti. Sınırında PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG tarafından kurulacak bir yapıya izin vermeyeceğini, oldubittilere müsaade etmeyeceğini açıkça vurguladı, vurguluyor. Buna rağmen YPG’yi alenen destekleyen ABD ise bildiğimi yaparım havasında. Yani terör koridoru sevdasında ısrarcı. Dolayısıyla da verilen silahların Rakka operasyonuyla ilgili değil, tamamen YPG’nin kazanımlarını koruma ve yayma amaçlı olduğu çok net. Tabii namlularının TSK’ya dönük olacağı da... Nitekim dün bu durumu konuştuğum Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Korg. İsmail Hakkı Pekin’in tespitleri de bu yöndeydi:
“YPG Türkiye’ye karşı savaşa hazırlanıyor. Çünkü şunu biliyorlar, eninde sonunda Suriye’deki harekât bittikten sonra Türkiye’nin hedefi YPG olacak. O nedenle, YPG Rakka ele geçirilmeden önce üç federe bölgeli bir yapı oluşturma hazırlığında. Bunların arasında Fırat Kalkanı’yla kontrol altına alınan Cerablus’tan El Bab’a kadar olan bölge de var.”
Türkiye oradayken nasıl cesaret edecek buna?
“Bunun arkasında ABD var, İsrail var ve maalesef Suudi Arabistan da var. Hedeflenen doğrudan savaş değil, YPG Türkiye’nin
MİT, Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na verdiği raporda kalkışma tarihini önceden tespit edememelerinin gerekçesini, “TSK içinde istihbarat toplama yetkisinin olmadığına” dayandırıyordu. Dolayısıyla raporun “Bundan sonra her türlü darbe girişiminin önlenmesi konusundaki öneriler” bölümündeki maddelerinden birisi de TSK içerisinde istihbarat yetkisi istemeseydi. Son KHK ile MİT’in bu talebi yerine getirilmiş oldu. Yani artık kışlada yaprak kıpırdasa MİT’in herhangi bir mazeret gösterme şansı kalmadı. Ancak bunun
15 Temmuz’un mazeretini örtmeyeceğini savunan emekli tuğgeneral, Dr. Naim Babüroğlu, nedenlerini şöyle sıralıyor:
“Eğer 12 Eylül gibi emir-komuta zinciri içinde bir darbe faaliyeti olsaydı, bu gerekçe doğru sayılabilirdi. Fakat 15 Temmuz hain darbe girişimi, sivil bir cemaat tarafından planlandı. İddianamelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi darbenin hazırlığı askeri kışlalar dışında cemaat evlerinde de yapıldı. Kışla dışında, sivil evlerde yapılan darbe faaliyetleri hakkında MİT ya da diğer devlet istihbarat kurumlarının istihbarat toplamasını engelleyici bir yasa hükmü mü var? Yıllardır devam eden abi-abla yapılanmasına sızmayı engelleyici bir kanun mu var?
Türk tarihinde Ağustos ayının ayrı bir yeri ve önemi var. Özellikle de 26 Ağustos’un... Çünkü 26 Ağustos 1071’de başlayan Malazgirt Savaşı’nda Alparslan, Bizans ordusunu yenerek Anadolu’nun kapılarını Türklere açtı. Bundan tam 9 asır sonra 1922’de yine bir 26 Ağustos günü başlayan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Yunan ordusunu bozguna uğratan Atatürk Anadolu’nun sonsuza dek Türk yurdu olarak kalacağını tüm dünyaya gösterdi... Dolayısıyla, iki zaferin yıl dönümünde de akla gelen soru şu:
Büyük Taarruz’un başlamasının Malazgirt zaferiyle aynı ay ve güne denk gelmesi tesadüf mü yoksa Atatürk tarafından özel olarak seçilmiş bir tarih mi?
Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdettin Engin’e göre, bu seçilmiş bir tarih ve buna benzer fazlasıyla örnek var. Engin anlatıyor:
“23 Ağustos’ta başlayan ve 21 gün 21 gece süren Sakarya Savaşı’ndan sonra ordunun hem silah, hem de asker sayısı olarak büyük taarruza hazırlanması yaklaşık bir yıl sürdü. Ve tüm hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yapıldı. Örneğin, 28 Temmuz’da subaylar arasında bir futbol maçı tertipleniyor ve bu maçı seyretmek üzere ordu komutanları ile bazı kolordu komutanları Akşehir’e davet
24 Ağustos 2016’da başlayan Fırat Fırat Kalkanı Harekâtı’nın hem askeri hem de siyasi birkaç hedefi vardı. Birincisi, komşumuz konumuna gelen DAEŞ’i güneye süpürerek sınır güvenliğini sağlamak. İkincisi, YPG/PKK’nın Akdeniz’e kadar ulaşmayı hedeflediği koridoru engellemek. Dolayısıyla da “güvenli bölge” oluşturarak Türkiye’ye göçü önlemek.
Harekâtın yıldönümünde gelinen nokta ise şu: Terör unsurlarından arındırılan 2 bin 225 kilometrelik bir alanda yüz binlerce Suriyeli yaşıyor, yeni bir göç dalgası durumu olmadığı gibi, bölgeye geri dönüşler de artarak sürüyor. Yani bu üç konuda her şey planlandığı gibi gelişti, gelişiyor ancak aynısını terör koridoru açısından söylemek zor. Evet, buna dönük bir set çekildi ama ABD’nin kirli tezgâhları nedeniyle YPG/PKK’nın hâlâ El Bab’ın güneyinden dolaşarak Menbiç ile Hatay sınırındaki Afrin’i birleştirme olasılığı var. Bu da Türkiye’nin bekası için kaçınılmaz olan Fırat Kalkanı Harekâtı’nın boşa çıkması demek. Dolayısıyla da bu tehdidi ortadan kaldırmak şart. Bunun formülü de dün konuştuğum üst düzey bir askeri yetkiliye göre şuydu:
“Fırat Kalkanı bir kama gibi ortadan saplandı fakat şu an PKK’nın koridorunu engelleyecek genişlikte değil.
Terörün bir gün herkesi vurabileceğinin son örneğini Barcelona’da gördük. Ve yine hemen herkes terörle, teröristle kesintisiz mücadelenin ve özellikle istihbarat paylaşımında uluslararası işbirliğinin önemi üzerine sözler sarf etti, sarf ediyor. Tabii bu açıdan sadece Türkiye’nin net ve samimi olduğu da çok açık. Hem tüm terör örgütlerine karşı tek başına yürüttüğü mücadele hem de aldığı yol açısından. Bunda da Fetullahçı Terör Örgütü’ne (FETÖ) indirilen darbenin etkisi çok fazla. Çünkü MİT, TSK ve Emniyet teşkilatındaki temizlik nedeniyle önceden doğru istihbarat, dolayısıyla da etkili müdahale oluyor. Yani kocakulak doğru çalışıyor, yanıltmıyor, vatanını seven gerçek asker ve polisler de terörle, teröristle amansız bir mücadele veriyor... Örneğin son iki yılda yurt içi ve yurt dışında yapılan operasyonlarda binlerce terörist etkisiz hale getirildi, önceden alınan duyumlarla da çok sayıda terör saldırısı önlendi. Ancak bunlar terör bitti, bitiyor anlamına gelmiyor... Nitekim teröre karşı yürütülen bu mücadeleyi konuştuğum eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in tespitleri ve uyarıları da aynı yöndeydi:
“Şunu kabul edelim ki sınır güvenliğini sağlamada önemli adımlar atıldı.
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesud Barzani, “bağımsızlık referandumu” konusunda ısrarlı. Hem de Türkiye, İran gibi komşu ülkeler ile ABD, Avrupa Birliği (AB) gibi müttefiklerden gelen negatif tepkilere rağmen. Yani herkes “Vazgeç yoksa sıkıntı olur” diye uyarıyor ama o “Kimseyi takmam, bildiğimi yaparım” havasında. Gerçi son dakika gelişmesi olarak bir pazarlık söz konusu ama o da vazgeçme değil, daha çok birkaç ay erteleme üzerine... Dolayısıyla da akla gelen soru şu:
Barzani ne yapmak istiyor ya da amacı nedir? Dün konuştuğum MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in bu soruya yanıtı şuydu:
“Bölgesel şartlar bakımından bugün için yani kısa vadede reel şartlarda referandumun yapılması ve bu sonuca göre bağımsız bir Kürdistan’ın kurulabilmesinin maddi ve siyasi şartları yok. Barzani de bunları biliyor ama siyasi olarak güç elde edebilmek, pozisyonunu güçlendirmek istediği için bir referandum olayını gündeme soktu. Kürt siyaseti içinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin şartları içerisinde kendisine yeni bir güç devşirebilmek amacıyla bu talebini ortaya attı.”
Yani bu referandum oylanırsa bağımsız Kürdistan bugün için sonucu olmayan bir durum. Ancak hem Barzani’nin
17 Ağustos 1999’da yaşadığımız acının 18. yılında en çok tartışılan ve merak edilenlerin başında “İstanbul’daki olası depremi önceden belirlemek mümkün mü?” var. Gerçi olası depremin zamanı 1999’dan itibaren 30 yıl içinde (artı eksi 10-15 yıl) gibi periyot olarak belli ve felaket senaryosu açısından kum saati doluyor ama yine de net tarih belirleme tartışması sürüyor. Bu noktada da “Hayır”cılar kadar, bilimsel çalışmaları örnek gösteren “Evet”çiler de iddialı. Bu konudaki bir başka fluluk da buna dönük olarak yürütülen iki çalışmanın, “Erken Uyarı Sistemi ile Deprem Öncü İşaretleri İzleme Ağı”nın birbiriyle karıştırılması... Şöyle ki; biri beş on saniye öncesinden uyarıp, doğal gazı kesmek, trenleri otomatik olarak durdurmak gibi amaçlara yönelik ve dünyada örnekleri fazlasıyla var olan bir sistem, diğeri ise özellikle büyük depremler öncesi doğadaki ve parametrelerdeki değişiklikleri izleyerek, bölge olarak depremin yeri ve büyüklüğünü saatler, günler hatta haftalar öncesinden saptamayı hedefleyen bir yöntem. Dolayısıyla da asıl tartışma daha çok ikincisi üzerine... Bu bağlamda “Evet”çilerin en hararetli savunucularından, yani “Depremi önceden bilmek mümkün” diyenlerden biri de İs
Astana süreciyle Suriye krizi çözüme doğru gidiyor gibi görünse de dinamiklerin sürekli değişkenliği nedeniyle her an birden farklı cephelerin açıldığı yeni bir karışıklık ortaya çıkıyor. Bunda da özellikle ABD’nin payı büyük. Çünkü 2014-2015’te Tel Abyad ile Ayn el Arab’ı (Kobani) DAEŞ’tan kurtarma bahanesiyle PYD/PKK’ya teslim eden ABD şimdi de aynı oyunu Afrin-İdlib hattında uygulama niyetinde. Bu bağlamda da bir yandan Rakka’daki DAEŞ’e operasyon gerekçesiyle YPG/PKK’yı silahdırırken, diğer yandan da İdlib’deki El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra’ya müdahale bahanesiyle YPG/PKK güçlerinin Afrin’den bu bölgeye doğru sarkmasını destekliyor. Yani “terör koridoru” projesinin Akdeniz’e ulaşmasında ısrar ediyor. Tabi Türkiye’nin bu konudaki rahatsızlığının farkında olduğu için de sahada yeni oyunlar, tezgahlar kurguluyor. Dün bu konuyu bir istihbarat yetkilisiyle konuştum. Anlattıkları sözde müttefik(!)görünümlü ABD’nin gerçek yüzünü ortaya koyan cinstendi:
“YPG/PKK’ya silah ve mühimmat yığınağı yapan ABD daha önce ‘eğit- donat’ çerçevesinde ÖSO’ya verdiği silah ve mühimmatları da zorla toplayıp onlara veriyor. Hemde silah zoruyla. Ellerinde listeler var ve bazı silahlarda GPS