Darbe girişi-minden sonra gördükki sızdı denilen paralel yapı TSK’yı kanser gibi sarmış. Mikrobun ordunun bünyesine nasıl girdiği, nasıl geliştiği de 15 Temmuz Darbe Girişimi Çatı iddianamesinde aşama aşama anlatıldı. Yine aynı iddianamede TSK’ya sızmayı başaran FETÖ mensuplarının, 1990’lı yılların sonundan itibaren özellikle personel temin, atama ve sicil, istihbarat -istihbarata karşı koyma birimleri ile başta Harp Akademileri olmak üzere eğitim kurumlarının ölçme değerlendirme bölümleriyle diğer askeri okullarda yuvalandığına da dikkat çekildi. Ancak bunlar pek bilinmeyen şeyler değildi çünkü bu kadar detaylı olmasa da benzerleri daha önce de defalarca dillendirildi ya da kayıt altına alındı. Hatta hain kalkışmanın yaşandığı gün bile...Şöyle ki; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 15 Temmuz öncesinde, “Fetullahçı Terör Örgütü” (FETÖ) hakkında yürüttüğü ana soruşturmayı tamamlayarak iddianamesini hazırladı. Buna göre de Fetullah Gülen’in liderliğinde 73 şüphelinin örgüt ve Anayasa’yı ihlal gibi suçlardan cezalandırılması istendi.
FETÖ’yü “Bütün terör örgütlerinden tehlikeli” diye tanımlayan ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nden alıntı ile başlayan iddianamede “Devletin, gizli bir
Fethullahçı kalkışmanın üstünden geçen bir yılda darbeciler hakkında açılan onlarca davanın yanı sıra 7 bin 500 asker ordudan atıldı, yüzlercesi de tutuklandı. On binlerce subay-astsubay hakkında geriye dönük inceleme ve araştırma yapıldı, yapılıyor. Ordudaki bütün sınavlar, terfiler, ödüller ve kurslar da mercek altına alınmış durumda. Açıkçası TSK’da FETÖ temizliğine dönük seferberlik durumu var ama şu ana dek ortaya çıkanların buzdağının görünen yüzü olduğu da bir gerçek. Dolayısıyla da TSK’daki FETÖ’cülerin sayısı kadar bunlar zamanında neden temizlenmedi tartışması da sıcaklığını koruyor. Özellikle de ordunun bu tip yapılanma, sızmalara yönelik istihbarat imkanı ya da kabiliyeti olup olmadığı açısından. Yine tartışılan ve yanıt bekleyen bir başka soru da kritik görevlerdeki terfi ve atamalarla ilgili... Yani o gece karargahta yaşananlar gibi TSK’deki Fethullahçı yapılanma konusunda da ihmal ve zafiyete dönük soru işaretleri hâlâ geçerli. Dün bu durumu konuştuğum FETÖ’nün hedefindeki eski Hava Kuvvetleri Komutanlığı Başsavcısı emekli Albay Ahmet Zeki Üçok özellikle 2011 yılından bu yana terfi eden tuğgeneral ve tümgenerallerin ağırlıklı bu darbeye katıldığına dikkat çekerek
Kılıçdar-oğlu’nun CHP’sine yönelik eleştiriler neydi? Halktan kopuk, sokaktaki insana dokunamıyor. Ya da yaşam tarzı, siyasal görüş farklılığı noktalarında yeterince birleştirici olamıyor. Dahası ana muhalefet olarak topluma umut verecek politikalar ve projeler üretmek yerine gündemi belirleyen iktidarı eleştirmekle yetiniyor...
Bunların hepsinde gerçeklik payı vardı, hatta CHP yönetimi de bunun farkındaydı. O nedenle de “Yeni CHP” sloganı sürekli dillerdeydi ancak bu türbanlı, hatta kara çarşaflı üyelere altı ok rozeti takmak gibi popülist hamleler ya da günün modasına uygun (sağdan, soldan, muhafazakar, liberal) vitrin değişikliklerinden öteye geçmedi, geçemedi. Sadece son seçimler ve referandum öncesinde ilk kez sokaktaki insana, direkt dokunan mesajlar ve somut projelerle yeni bir sayfa açmak ya da eleştiri yerine gündem belirlemek adına bazı gelişmeler kaydetti. Bunda da söylemde sert, çatışmacı üsluptan uzak, bütünleştirici bir dil kullanılmasının etkisi çok oldu. Ancak tüm bunlar Kılıçdaroğlu açısından daha çok koşu bandındaki sporcu benzeriydi. Yani CHP’yi farklı kesimlere açmak, yeni heyecanlar yaratmak konusunda çok efor sarf ediyordu, etti ancak istediği yolu
Manisa’daki kışla zehirlenmelerinden sonra (22.06.2017 tarihli yazımız) şöyle demiştik:
Soruştur-madan ne çıkarsa çıksın, kışlaya gıda alımlarında hangi yöntem uygulanırsa uygulansın, askerin yemeğini önceden kontrol edecek sistematiği sağlıklı bir hale getirmek şart. Hele de FETÖ başta olmak üzere tüm terör örgütlerine karşı çok yoğun bir mücadele verilen şu dönemde...
Çünkü binlerce askerin zehirlendiği olayda kasta varan ihmaller zinciri söz konusuydu. Hatta örgütsel faaliyet olup olmadığı yolunda kuşkular da vardı. Dolayısıyla da bu askerin yemeği konusunda çok daha duyarlı olunması gerektiğini ya da olunuyorsa önlemlerin yetersizliğini gösteriyordu. Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) Genel Başkanı Ahmet Keser’ de bunu şu cümlelerle somutlaştırmıştı:
“Gıda Kontrol Müfreze Komutanlığı diye TSK’nın bir birimi var. Ancak bu birim önleyici kontrol yapmıyor, zehirlenmeden sonra sebep bulmaya yönelik kontrol yapıyor. Sistemin zehirlenme olduktan sonra değil, önceden kontrole dayalı olması lazım. Ha yeterli eleman, laboratuvar yok diyorlarsa da kursunlar ya da o hizmeti de satın alsınlar.”
O günden bu yana geçen yaklaşık bir ayda geldiğimiz nokta ise şu:
Soruşturmada
FETÖ’nün firari imamı Adil Öksüz yaşıyor mu yoksa konuşmasın diye infaz mı edildi? Bu sorunun yanıtı bir başka soru “Yaşıyorsa koruyup, kollayan ya da infaz edildiyse susturan kim, kimler olabilir” de gizli. Ancak bugüne kadar bunun yanıtına dönük bir çok olasılık da havada kaldı. Örneğin Adil Öksüz MİT elemanı mı yoksa CIA ajanı mı? gibi. Gerçi MİT bu iddiaya “Adil Öksüz MİT Ajanı değil, MİT ile hiçbir zaman da ilişkisi olmadı” diye yanıt verdi ama “Olsaydı der miydi, diyebilir miydi” noktası hala flu. Dahası Fethullah’ın geçmişteki imamları tarafından adı yetkililere verilen Adil Öksüz’ün neden izlenmediği sorusunun yanıtı da yok. Aynı fluluklar faili meşhur CIA için de geçerli. Çünkü tüm veriler onu işaret ediyor, hemen herkes benzer yorumlar yapıyor ancak kimse doğrudan adını zikretmiyor. Tıpkı baş imam Fethullah Gülen için olduğu gibi. Dün bu durumu MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür’e sordum. Öncelikle vurguladığı şuydu:
“Türkiye’de bu yapılanmalar ilk değil 1946 senesinden beri içimize girmiş bir ABD’den bahsediyoruz ama din faktörü girince müthiş bir yapılanma olmuş. Dönüp dolaşıp ismini koyamıyorlar bir türlü. Fethullah ismi geçse de bu bir CIA yapılanması
FETÖ’yle bağlantılı ihraç ve tutuklamalar sonucu pilot sayısı kritik eşiğe düşen Hava Kuvvetleri bu açığı kapatmak amacıyla bir vesileyle ordudan ayrılanlara dönüş yolu açmak ya da pilot eğitiminin son aşamasında basit nedenlerle elenenlere fırsat tanımak gibi bir dizi önlem aldı. Bu arada da 15 Temmuz’dan hemen sonra Kara, Hava, Deniz ile Jandarma Komutanlığı’nda muvazzaf (uçak, helikopter teknisyeni, bakım personeli) olarak görev yapan ve dışarıdan Uluslararası Havayolu Taşımacılığı Lisansı (ATPL) alan (aralarında Amerikan Pilot Uçuş Sertifikası olanlar da var) çok sayıda astsubay da muharip ya da ordunun ihtiyacı olduğu yerde pilot olarak görevlendirilmek talebiyle başvurdu. O günden bu yana geçen bir yılda bunlardan ilk ikisinde olumlu gelişmeler oldu ancak lisanslı astsubayların TSK’dan pilotluk isteği havada kaldı. Daha doğrusu önce reddedildi, ardından da yönetmelik değişti. Hem de ilginç gerekçelerle... Örneğin22 Ekim 2016 tarihli başvuru reddedilme yazısında şöyle denildi:
“....helikopter teknisyeni asb.ların Hususi Pilot Lisansı veya Ticari Pilot Lisansı belgesi almış olmaları nedeniyle pilot branşına geçişlerinin onaylanması durumunda diğer branşlardaki (Bakım, İkmal,
Fırat Kalkanı Harekatı IŞİD’i sınırdan kazımak, ABD destekli YPG/PKK koridorunu engellemek ve güvenli bölge oluşturmak adına çok stratejik bir hamleydi. Nitekim olumlu sonuçları görüldü de. Ancak YPG/PKK’nın Menbiç’te ABD, Afrin’de de Rusya’nın hamiliyle varlığını sürdürmesi, hatta yanyana bayraklarının dalgalanması nedeniyle sıkıntı söz konusu. Çünkü YPG/PKK’nın hâlâ El Bab’ın güneyinden dolaşarak Menbiç ile Hatay sınırındaki Afrin’i bağlama olasılığı var. Bu da Türkiye’nin bekası için kaçınılmaz olan Fırat Kalkanı Harekâtı’nın boşa çıkması demek. Dolayısıyla da bu tehdidi ortadan kaldırmanın tek yolu bölgeyi tamamıyla tüm terör unsurlarından arındırmak. Şimdi onun işaretlerinin yaşandığı günlerdeyiz. Her an YPG’nin kontrolündeki Afrin odaklı yeni bir temizlik harekatı için düğmeye basılabilir.. Hatta dün konuştuğum emekli tuğgeneral, Dr. Naim Babüroğlu’na göre asker gözüyle hazırlıklara bakıldığında operasyonun eli kulağında. Niyesi de şu:
“Rusya, Afrin’den askerlerini çekti. Türkiye Rusya’yla Afrin’e operasyon için anlaştı. YPG’nin ABD’ye fazla yanaşması, ABD’nin Suriye’ye kimyasal silah bahanesiyle olası saldırısı, Türk Akımı Projesi inşaatının başlaması Türkiye ve Rusya’yı
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesud Barzani,”bağımsızlık referandumu” yapma kararından vazgeçmeyeceği, karşı çıkılması halinde kanlı bir savaşın yaşanacağı iddiası ve tehdidinde ısrarlı. Açıkçası, negatif tepkileri takmam, bildiğimi yaparım havasında. Dolayısıyla da akla gelen soru şu:
Barzani bu cesareti kimden alıyor?
Yanıtı MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş veriyor:
“Küresel güçler savaşı içinde böylesine bir referandumun yapılıp yapılmaması veya bağımsızlık sürecinde yeni bir adımın atılıp atılmaması ABD ve Rusya’nın kararları ve Barzani’yle kurdukları ilişkiler çerçevesi içinde olacaktır.”
Yani iki küresel gücün onayı olmadan Barzani buna cesaret edemez. Öneş, devam ediyor:
“Kendi başına yapma imkânı yoktur. Bugünkü şartlarda evet bir referandum yapabilirler, Irak Kürtleri kararlarını ortaya koyabilirler ancak bağımsız bir devlet yaratma adımının atılması güçtür. Bugünkü şartlarda mümkün değildir. Ancak şunu da görmek gerekiyor ki 1990’lardan itibaren başlayan süreç bu bölgede özellikle ABD’nin öncülüğünde bir Kürdistan’ın kurdurulmak istendiğini bize gösteriyor. İçinde bulunduğumuz şartlarda Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesi çerçevesinde gelişiyor.