Çin’de çıktığından beri Kovid-19 dünyayı dolaştı. Değişik yerlere giderken de bir şekilde değişmiş formu dağıldı, yayıldı. Yani virüsün kendisine, bulaştığı insana ve bulunduğu ülkeye bağlı olarak hepsi de birbirinden farklı varyantları gelişti. Hem de çok sayıda. Birkaçını örneklendirirsek Güney Afrika, Brezilya, İngiltere ya da son zamanlarda bizde de görülmeye başlanan Hindistan varyantı gibi...Dahası bir de bunların bulundukları ülkelerin şehirleri bağlamında örneğin New York, Bristol olarak alt varyantları da çıktı. Bunların da bulaş hızı, semptomları ve etkisi diğerlerine benzemiyor. Dolayısıyla dünyada ve bizde ağır da olsa ilerleyen aşılama faaliyetleriyle bir yanda salgını yenmeye dair umutlar artarken, diğer tarafta şu soru endişe yaratıyor:
Koronavirüsün bir mutasyonla, hiçbir aşının fayda etmeyeceği ve daha önce atlatılan hastalık nedeniyle kazanılan bağışıklığın da korumayacağı yani bağışıklıktan kaçış varyantı ortaya çıkarsa ne olacak? Ki bu anlamda korkutucu gelişmeler de söz konusu...Dünya Sağlık
Bayram nedeniyle rölantideki yeni Anayasa tartışmalarında sıkça dile getirilen aritmetik açmaz malum. AKP ve MHP’nin Meclis’teki milletvekili sayısı (336) yeni bir Anayasa için yeterli değil. Çünkü Anayasa değişikliği ya da yeni bir Anayasa için Meclis’te gerekli oy sayısı 400. Bu konuyu “referanduma” götürmek için ise yeterli kabul sayısı 360. Yani bir tane de BBP’nin desteği dersek 23 oya daha ihtiyacı var. Siyasetteki bugünkü kutuplaşmaya bakılınca da Anayasa aritmetiğindeki hesabın tutması zor. Hatta dün konuştuğum CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin’e göre bu parlamentoda yeni bir Anayasa’nın yapılması mümkün değil. Nedeni de şu:
Ya Cumhur İttifakı kendi sisteminden vazgeçecek ya da Millet İttifakı’nda herhangi bir ya da iki parti güçlendirilmiş parlamenter sistemden vazgeçecek.
Gerçekten de zor bir denklem. Çözülür mü ya da nasıl çözülür bayram sonrasındaki gelişmelerde daha net göreceğiz ama bu noktada Gürsel Tekin, “Şu
Her bayram “Nerede eski bayramlar” muhabbeti yapılır. Yaşlılar eski bayramları anlatır. Öyle bir hava yaratılır ki eskiden her şey daha güzeldi. Ama sonraları her şey kötüleşti. Haksız da değiller çünkü bizim de yaşadığımız, o anlatılan, özlenen bayramlar kalabalıktı. Akrabalar, komşular, arkadaşlar bayram ziyaretine gelirlerdi; hatta bu da yetmez, bir de iade-i ziyaret yapılırdı. Büyüklerin elleri öpülür, analar, babalar çocuklarına sarılır, atalar, nineler kocaman kocaman öperlerdi torunlarının yanaklarını... Geçen yıllarla birlikte belki de en çok değerini yitiren bayram alışkanlığımız bu oldu. Bayram tarihleri sahil kasabalarında geçirilen izin günlerine, hatta önlü arkalı gün eklentileriyle neredeyse tam bir tatile dönüştü. Buluşma, el öpme, kucaklaşma ve sarılmaların yerini de cep telefonlarından gönderilen mesajlar ile gülen yüzlü ya da el sallamalı semboller, emojiler aldı. Yani ilerleyen teknoloji ve değişen toplum yapısıyla geleneksel bayram kültürü de farklı bir boyut kazandı. Daha
Türkiye-Mısır arasında 8 yıl aranın ardından gelen normalleşme adımları ve Türkiye-İsrail ilişkilerini onarma arayışları Doğu Akdeniz’de kartların yeniden karılacağının sinyalini veriyor. Aslında buna olması gerekene dönüş de denilebilir. Çünkü Türkiye aradan çıkınca Yunanistan, Mısır ve İsrail ile yakınlaştı ve stratejik anlaşmalar yaptı. Bu bağlamda son dönemde yapılan anlaşmalar, ortak tatbikatlar ve Yunanistan’ın sahte kabadayılıkları malum. Dolayısıyla bu gelişmelerden en çok Yunanistan’ın rahatsız olacağı, olduğu da açık ve net. Tabii bunu engellemek amacıyla faaliyette bulunacakları, özellikle ABD ve Fransa’yı tetikleyecekleri de. Yani Yunanistan, Türkiye karşıtlığını körüklemek ve Doğu Akdeniz’de gerginliği tırmandırmak adına her türlü çirkinliği, çılgınlığı yapacaktır. Her zaman yaptığı gibi. İşte bu noktada akla gelen soru da şu:
Yunanistan bu anlamda ne kadar başarılı olur ya da verdiği gazla ABD’yi ne kadar etkiler? Soruya İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi, emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu
Kovid-19 salgını duyulduğu andan itibaren, internette ve sosyal medyada virüsün doğal değil insan yapımı olduğuna dönük komplo teorileri havada uçuştu. Hâlâ da öyle. Evet, bilim insanları “Koronavirüsün genetik yapısını bildiğimiz için, yüzde 90 insan yapımı olmadığını söyleyebiliriz” dedi, Çin’de araştırma yapan Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) raporunda yer alan “Koronavirüsün laboratuvarda üretilmesi en düşük ihtimal” vurgusu bu teorilerin hızını kesti ama bu hepten sonlandı anlamına gelmiyor. Hele de DSÖ Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus’un bu raporun ardından yaptığı açıklamasındaki “Daha sağlam sonuçlara ulaşmak için daha fazla veri ve çalışmaya ihtiyaç duyulacak” ifadeleri nedeniyle. Yani tüm dünyayı kasıp kavuran virüsün kaynağı hakkında hâlâ soru işaretleri var ve artıyor. Dolayısıyla, bazı bilim insanlarına göre en düşük denilen “o” olasılık da hâlâ
PKK eşittir PYD ya da YPG veya olası diğer türevleri. Aslında bunu en iyi bilen de ABD ama o sadece PKK’ya terör örgütü diyor, diğerlerini ise farklıymış gibi yutturmaya çalışarak silahlandırdı, silahlandırıyor. Ve PYD/PKK’dan devletçik kurma hedefindeki kirli oyunlarına tam gaz devam ediyor. Dolayısıyla, terör örgütü PKK’ya yönelik operasyonlarda teröristlerin inlerinde ele geçirilen değişik çap ve markalardaki silahların, zırh delici özelliğe sahip yeni nesil tanksavar füzeleri ve geri tepmesiz topların nereden geldikleri belli. Her ne kadar farklı ülkelerin üretimi olmuş olsalar da... Çünkü illaki ABD menşeli silah yakalanacak diye bir şey yok. ABD’nin YPG’ye verdiği on binlerce TIR silah ve mühimmatın büyük bir kısmı zaten Rus menşeliydi. ABD, bunları karaborsadan ya da benzer sistemler üreten Doğu Avrupa ülkelerinden alıp PYD/YPG’ye verdi. Bu silahlar da YPG yoluyla PKK’nın eline geçti. Yani o silahları verenin adresi açık ve net. Biden döneminde bu örtülü
35 yıl önce bugün (3 Mayıs 1986) Çernobil nükleer kazası sonrası oluşan radyoaktif bulutların, Türkiye’ye de ulaştığı ve bazı bölgelerde radyasyonun yedi kat arttığı haberleriyle paniklemiştik. Bir gün sonrasında çıkan gazete manşetleri ise “Radyasyon geldi. Tehlike yok” şeklindeydi. 5 Mayıs tarihli başlıklar da “Tehlike geçti” üzerine kurguluydu. Çünkü dönemin yetkilileri böyle diyorlardı, yani radyasyonu pek önemsememiş, daha da doğrusu hafife almışlardı. Hatta fındık ve çaylardaki radyasyon gündeme geldiğinde ekran karşısında çay içmişlerdi. Sonrasındaki kanser vakalarında artış iddiaları da herkesçe malum. Ki hala da o iddiaları konuşuyor ve tartışıyoruz. Hem de yine kapımızda deprem hattı üzerinde bulunan ve 2005 yılında teknik ömrünü tamamlayan Ermenistan’ın Metzamor Nükleer Santrali gibi yeni bir tehdit unsuru varken. Üstelik bu kez mesafe Çernobil kadar uzak değil, hemen yanı başımızda. Sınırımıza 16, Kars’a 100 ve Iğdır’a 30 kilometre uzaklıkta. Dahası nükleer
Siyaset gündeminden hiç düşmeyen tartışmaların odağında “Ana muhalefet partisi ulusal sorunlarda hükümetin yanında mı ya da tam tersine, milli meselelerde devleti yalnız mı bırakıyor?” konusu var. Suriye, Irak, Libya, Ege, doğu Akdeniz, Karadeniz’deki gelişmeler özellikle de ABD ve Rusya’yla olan ilişkiler bağlamında. Çünkü dış politikayla ilgili yaşanan gelişmelerde, iktidar bu olayları bir milli dava olarak belirleyip tüm vatandaşlardan ve muhalefetten yanında durmasını istiyor, bekliyor. Aslında ana muhalefet de “Dış politika bir ulusal politika olmak zorundadır, iktidarıyla muhalefetiyle. Çünkü dış politika, Türkiye’nin çıkarları üzerine inşa edilir” diyor ve bunu destekliyor. Ama bu sözlere rağmen her dış gelişmeyle bağlantılı olarak, içe dönük politik hesaplara odaklı sert sözler, kırıcı tavırlar karşılıklı havada uçuşuyor. Nitekim bunun son örneğini ABD Başkanı Joe Biden’ın 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelemesine gelen tepkilerde de yaşadık. Yani Biden’ın bu siyasi manevrasını