Dün akşam Fenerbahçe’nin yenilgisinden çok kalesinde dört gol görmüş olmasıydı sürpriz olan sonuç. Çünkü belli ki Eto’o özellikle bu maça kendisini fazlasıyla hazırlamış, yetmemiş tüm takımı da buna motive etmişti.
Antalyaspor maçın başından sonuna kadar öylesine güçlü baskı uyguladı ve rakibinin topla buluştuğu her yere o kadar çabuk ve çok adamla geldi ki haftalardır Fenerbahçe’nin silah olarak kullandığını çevirip kendisine kullandı ve çabuk hücum organizasyonlarıyla sonuca gitti.
Öyle ki karşılaşmanın son on dakikasında Antalyasporlu oyuncuların bedensel güçleri tükenme noktasına geldiği net olarak görülüyordu.
Bu kadar isteyen bir takımı yenmek için kuşkusuz başka şeyler yapmanız gerekiyor. Elbette başta teknik ekip olmak üzere sakin almayı, panik yapmamayı da becerebilmek…
Oysa Fenerbahçe gol yedikçe daha da kontrolü kaybedip tuhaf ve yanlış şeyler yaptı durdu.
Sezon başından bu yana Fenerbahçe’nin bir türlü oturmayan bir oyun şablonu, dizilişi var; önce Nani ve Diego’yu bir arada oynatmayı denedi uzun süre olmadı. Peşinden üçlü orta alan kurgusuna geçti, bu şekilde kanatlarda Markoviç tarzı hızlı oyuncular gerekti.
Oldu mu?
Fenerbahçe’nin en iyi becerdiği şe
Bir ülkede bilgi öğrenilebilir ve kullanılabilir bir değer haline gelirse orada tartışmalar uzlaşma ile sonuçlanabilir, gelişmeye dönük de yapıcı bir ortam sağlanır; en azından kör döğüşü denen şey olmaz.
Ancak Türkiye bu konularda fazlasıyla fakir bir içeriğe sahip olduğundan ve en temel bilgi seviyesi bile yerince gelişmediği ve olgunlaşamadığından “bir bilene sorma” ihtiyacı en gerekli araçlardan biri haline gelir.
Çok basit bir çıkarımdır; yeterince bilmiyorsan fikir edinmek için sorarsın!
1970’li yılların son çeyreğinden beri bu ülkede maç izliyorum. Her dönem hakemlerin verdiği kararlar tartışılmıştır; “penaltı mıydı, ofsayt mıydı” konuşulmuştur.
Zaten pozisyon ortadaysa gri bölgede duruyorsa herkesin bir fikri olur.
Ancak fikir üretebilmek için bilgi gerekir. O yoksa geriye kanaatler, tuttuğun takıma göre alınan duruş devreye girer.
1970’li yılların sonlarında TRT’nin spor programlarında çok öğretici futbol dersleri olurdu. Taç atışı nasıl yapılır, ne şekilde kullanılırsa nizami olmaz, çeşitli örnekleriyle gösterilirdi. Ofsayt kuralı için tekrar tekrar farklı pozisyonlar ekrana gelirdi.
Yetmez, çeşitli zamanlarda bazı önemli futbolcuların hayat hikâyeleri, o
Mevsimin yarattığı hava koşulları nedeniyle ligin zirvesinde üç farklı görüntü ortaya çıkıtı. Galatasaray kendi dertleriyle kabuğuna çekilme eğilimi gösterirken, Beşiktaş iki haftadır kar engeline takılıyor, Fenerbahçe’yse ezeli rakiplerinin bıraktığı bu aralıkta yolunu açmaya çalışıyor.
Tüm zamanlarda ligin devre arasından dönüş bütün takımlar için her zaman sancılı olmuştur. Mevsimsel etkiler bir yana kısa süreli bile olsa fasılalar takımların ve futbolcuların ritminin bozulmasına neden olabiliyor.
Fenerbahçe’nin geçtiğimiz ve bu hafta oynadığı futbol asla lige ara verildiği bölümdeki gibi değil; olamaz da.
Ancak Fenerbahçe bize ilk yarı çok daha donanımlı bir futbol oynayabileceğini göstermişti, tekrar etmemesi için hiçbir neden yok, sadece o bozulan uyumun ve ritmin oturtulması, yani zaman gerekiyor.
Araya Beşiktaş için bir şey yazalım, sonra Fenerbahçe’ye devam edelim.
Beşiktaş lige henüz başlayamadı, aynı uyum ve ritim sorunu eğer siyah beyazlılar için de geçerli olursa hava şartları yüzünden boş geçtiği bu haftaları çok arayabilir. Göreceğiz.
Fenerbahçe dün bambaşka bir kadro ile sahaya çıktı.
Nani, Gökhan Gönül, Caner (ve Diego) gibi bu takımın ana omurgası
Mustafa Denizli, devre arasında yaptığı bir basın toplantısında şu mealde bir cümle kurdu.
“Teknik direktörlük kariyerim boyunca hep bir senelik sözleşmeler yaptım, Galatasaray’la bir buçuk senelik bir anlaşma yaptım.”
Yani?
Futbol bir takım oyunudur ve istikrarlı bir beraberlik, süreklilik, devamlılık sonucunda başarı kazanılır.
Dünyada Mustafa Denizli’nin benzeri teknik adamlar yok mu?
Var, mesela Hiddink, nerede yarım kalmış bir takım var, alıyor, sezon sonuna kadar götürüyor, sonra sahibine teslim ediyor.
Galatasaray, profesyonellik anlayışını bu kadar net ifade eden Mustafa Denizli tercihini kullanırken ya da Hamza Hamzaoğlu’nun uzaklaştırırken nasıl bir gelecek planlaması içindeydi, en fazla merak ettiğim detaydır.
Son Beşiktaş tecrübesinde sıklıkla eleştirdiğim konuların başında Denizli’nin sürekli takımla oynaması gelirdi.
Pozisyon şu:
Nani topla kale çizgisine çok yakın bir bölgeden ceza sahasının içine girip gol atma amacı gereği kaleye yaklaşmak için hamle yapıyor ancak top Emre Güngör’ün müdahalesiyle ters tarafa gidiyor ve Portekizli oyuncu topun yeni yönüne doğru hareketleniyor. O sırada Emre Güngör sağ ayağı sabit ve yeri değişmeksizin sol ayağını, Nani’nin iki ayağının arasına sokup, topa hareketlenen oyuncunun koşu için havaya kalkmış sağ ayağına çelmeyi takarak düşmesini sağlıyor.
Bu hareket ceza sahasının dışında, örneğin Fenerbahçe yarı alanında olsa ve hakem buna serbest vuruş verse kim bu pozisyonda faul yoktu diye yorum yapardı?
Etrafınıza değil, kendinize dürüst olun ve iç sesinizi dinleyin; nefretinizi ve kıskançlığınızı değil!
Buradaki genel kanı şu:
Nani topa doğru hareketlenirken, Emre Güngör’ün ayaklarına takılıp düşüyor.
Yani?
Emre Güngör’ün pozisyonda rakibe faul yapmak hiçbir kastı yok!
Öyle bir hafta ki üç büyüklerin oynadığı takımlar sırasıyla ligin 16. 17. ve 18. Sırasında kendilerine yer bulmuş Sivasspor, Mersin İY ve Eskişehirspor’du. Uzun yıllardır zirve ile dip arasında hiç bu kadar net kalite ve güç farkı oluşmamıştı.
Pazar günü ertelendiği için Mersin İY’un durumunu görememiş olsak da en az Gençlerbirliği kadar içine düştüğü teknik adam krizi ve ekonomik sorunlarla birlikte, Sivasspor ve Eskişehirspor’un oynadığı futbola baktığımızda neye benzeyeceğini tahmin etmek çok da zor olmuyor.
Fenerbahçe kendisine asla rakip olamayacak bir Eskişehirspor karşısına çıktı.
Maç bittiğinde ev sahibi takımla ilgili sahada ne yaptığına yönelik düşündüğümüzde en çok hakeme her pozisyonda itiraz ettiklerini hatırlıyorsunuz. Demek Samet Aybaba tüm haftayı oyuncularını itiraz etmeye çalıştırmış olmalı ki hepsi de hakkını çok iyi verdiğine göre maç öncesinde planladıkları gibi işlerini yapmış oldular.
Asıl konuşulması ve dikkat edilmesi gereken şey de bu iki takım arasındaki bu uçurum.
Ortada böylesine güç ve kalite farkı olunca geriye defansif anlamda sert oynayıp, oluşan her pozisyonda da hakeme itiraz etmekten başka bir şey kalmıyor.
Rakip oynamak için
Şöyle bir soruyla düşünme şeklimizi zorlayalım.
“Fenerbahçe sezonun ilk maçına çıkmış olsaydı, bu Giresunspor’u 6-1 yenebilir miydi?”
Neden böyle bir soru sorma ihtiyacı duyuyoruz?
İki takım arasında öncelikle kategori farkı var. Biri Süper Lig’de oynuyor, diğeri 1. Lig klasmanında mücadele ediyor.
Aynı ligde oynasalar bile kadro kalitesi bakımından Fenerbahçe açık ara önde olduğunu gerçeği de önümüzde duruyor.
Zaten sorun da bu ve biz bugün bunu konuşacağız.
Fenerbahçe sezona en dikkat çekici transferler yaparak girmesine, Avrupa’nın en önemli iki oyuncusu arasında yer alan Van Persie ve Nani gibi oyuncular almasına karşın kendisine rakip bile olamayacak takımlara karşı bile oyun kurmada, gol atmada çok zorlanıyordu.
Girişte sorduğumuz soruya benim cevabım ‘hayır’ olur. Çünkü biliyoruz ki Fenerbahçe altı aydır oyununu ve futbolunu oturtmaya, takım olmaya çalışıyor.
Yılmaz Vural’ın Gençlerbirliği macerasının beklendiği şekilde sonuçlanmasından sonra tecrübeli teknik adam gazetecilerin karşısına geçip, uzun uzun dert yandı durdu.
Söylediklerinde gerçek payı yok mu?
Katılmadığım çok az şey söyledi; ancak onu dinlerken kendisini buraya getiren sürecin taşlarını nasıl elleriyle taşımış olduğunu da hatırlamadım değil.
Yılmaz Vural o kadar çok takım çalıştırdı ve değiştirdi ki üç büyükleri bir kenara koyarsak içinde bulunmadığı kulüp kaldı mı diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Bu ülkede teknik adamların saygınlığının maalesef yine onlar tarafından yerle bir edilmiş olduğunu unutmamak gerekiyor.
Yılmaz Vural, Bosman Kuralını hatırlatarak yaşadığı şeyin de bir “Yılmaz Vural Kuralına” dönüşmesinin gerekliliğinin altını çiziyor.
Ne büyük bir ego!
Gençlerbirliği bu sezon kaç teknik adam değiştirdi?