Editörün Seçtikleri Benim Adım Kırmızı

Benim Adım Kırmızı

13.12.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Benim Adım Kırmızı

Benim Adım Kırmızı

       Orhan Pamuk'un üzerinde altı yıl çalıştığı Benim Adım Kırmızı 1591 yılında İstanbul'da karlı dokuz kış gününde geçiyor. Kocası Safavilerle savaştan dört yıldır geri dönmeyen güzel Şeküre, birbirleriyle çatışan iki yetim oğluna bir baba, bir koca bulmaya karar verir. Kitapsever babasının Padişah için gizlice yaptırdığı Frenk etkileri taşıyan resimlerle süslü bir kitap için eve gelen genç ve usta nakkaşları bu amaçla gizlendiği delikten seyreder. Hepsi Şeküre'yle ilgilenen saray nakkaşlarından biri öldürülünce bir korku havası hüküm sürer... Şeküre'nin teyzesinin oğlu Kara yardıma çağrılır.
       Kitaptan aldığımız bu bölümde, babasının misafiri Kara'ya, Şeküre, oğlu Orhan aracılığıyla bir buluşma mektubu yolluyor. Çocukluklarından beri yakın olan Şeküre ile Kara, yakındaki bir boş evde, on iki yıl sonra gözlerden uzak ilk defa buluşuyorlar.

       Orhan Pamuk'un son romanı BENİM ADIM KIRMIZI çıktı. Pamuk altı yıl emek verdiği romanından bir parçayı Milliyet'te ilk defa yayımlıyor.

       Orhan'ı yanıma çağırdım, kucağıma almadan başından, yanaklarından uzun uzun öptüm. "Şimdi hiç korkmadan, dedene de hiç göstermeden, hemen şu kağıdı Kara'ya vereceksin. Anlaşıldı mı?"
       "Dişim sallanıyor."
       "Dönünce istersen çekerim," dedim. "Ona sokulursun, o da şaşırıp sana sarılır. O zaman kağıdı usulca eline bırakırsın. Anlaşıldı mı?"
       "Korkuyorum."
       "Korkacak bir şey yok. Kara olmazsa biliyor musun, yerine sana kim baba olmak istiyor? Hasan amca! Hasan amca baban olsun istiyor musun?"
       "İstemiyorum."
       O zaman, hadi benim güzel, akıllı Orhan'ım," dedim. "Sonra bak, ben de kızacağım... Ağlarsan daha da kızarım."
       Umutsuzluk ve uysallıkla uzattığı küçük eline mektubumu katlayıp katlayıp sıkıştırdım. Allahım, hepsi bu yetimler ortada kalmasın diye, sen yardım et. Elini tutup kapıya getirdim. Eşikte son bir kere daha korkuyla baktı bana.
       Köşeme dönüp delikten, çekingen adımlarla sofaya geçtiğini, babamla Kara'ya yaklaştığını, durduğunu, bir an çaresizlikle öyle kalakaldığını, arkasından beni arayarak deliğe bir bakış attığını gördüm. Ağlamaya başladı. Ama son bir gayretle kendini Kara'nın kucağına atmayı da başardı. Çocuklarıma baba olmayı hak edecek kadar kafası işlediği için Kara, kucağında neden ağladığını bilmediği Orhan'ı görünce, telaşa kapılmadı da, çocuğun avucunun içini yokladı.
       Babamın şaşkın bakışları altında Orhan geri döner dönmez koşup kucağıma aldım onu, uzun uzun öptüm, aşağı mutfağa indirdim, ağzını o sevdiği kuru üzümlerle duldurdum ve dedim ki:
       "Hayriye, sen çocukları al da Kadırga limanına gidin de Kosta'nın yerinden babam için çorbalık kefal alın. Al bu yirmi akçeyi, balıktan artanıyla, dönüşte Orhan'a sevdiği sarıca incir ve kızılcık kurusu alırsınız. Şevket'e de leblebi ve cevizli köfter sucuğu al. Akşam ezanına kadar istedikleri gibi gezdir, ama dikkat et üşümesinler."
       Hepsi giyinip çıktıktan sonra evin sessizliği hoşuma gitti. Yukarı çıktım, kayınpederimin yaptığı, kocamın bana hediye ettiği aynayı sakladığım yerden, lavanta kokan yastık kılıfları arasından çıkardım astım. Uzaktan karşısına geçip bakarken, çok hafif bir şekilde kıpırdanırsam bütün gövdemi parçalar halinde aynada görebiliyordum. Kırmızı çuhadan yeleğim iyi duruyordu, ama annemin kendi çeyiz sandığından çıkardığı mor gömlek de içimde olsun istiyordum. Sandıktan, anneannemin kendi eliyle çiçek işledigi fıstıki hırkayı da çıkarıp giydim, ama olmadı. Mor gömleği giyerken üşüdüm, ürperdim, benimle birlikte mumun alevi de ipince titredi. En üste içi tilki kürkü kızıl feracemi giyecektim elbette, ama son anda fikir değiştirip, sofayı sessizce geçip annemin verdiği iyice bol ve uzun o asumani yün feraceyi sandıktan çıkarıp giydim. Ama o sırada kapıdan sesler duyunca bir an telaşa kapıldım: Kara gidiyor! Hemen annemin eski feracesini çıkardım, kürklü kızıl feraceyi giydim: Memelerimi zorluyor, ama hoşuma gitti. Başımı güzelce örttüm, keten peçemi yüzüme iyice indirdim.
       Daha Kara Efendi çıkmamıştı tabii, heyecandan yanılmışım. Şimdi çıkarsam, babama, çocuklarla balık almaya gitmiştim derim. Merdivenleri kedi gibi indim.
       Kapıyı, tık, ruh gibi örttüm. Avluyu sessizce geçtim, sokağa çıkınca bir an durup gerisin geriye baktım peçenin arkasından da, sanki ev bizim evimiz değilmiş gibi geldi.
       Sokaklarda kimsecikler yoktu, kediler bile. Tek tük kar atıştırıyordu. Güneşin hiç uğramadığı, terkedilmiş bahçeye ürpererek girdim. Çürümüş yaprak, nem ve ölüm kokuyordu, ama asılmış Yahudi'nin evinin içine girer girmez kendimi evimde sandım. Burada cinlerin geceleri buluşup, ocağı yakıp aralarında cümbüş yaptıklarını söylerler. Boş evde ayak seslerimi dinlemek korkutucuydu: Hiç kıpırdamadan bekledim. Bahçede bir kıpırtı oldu, ama hemen sessizliğe gömüldü her şey. Yakınlarda bir yerde köpek havladı; bizim mahallenin bütün köpeklerini havlamasından tanırım, ama bunu çıkaramadım.
       Sonraki sessizlikte şöyle bir şey hissettim: Sanki evin içinde bir başkası vardı da o kişi ayak seslerimi duymasın diye yerimden hiç kıpırdamadan duruyordum. Sokaktan konuşa konuşa birileri geçti. Hayriye ile çocukları düşündüm; üşütmezler inşallah. Ondan sonraki sessizlikte yavaş yavaş pişmanlık kapladı içimi. Kara gelmeyecekti, ben bir hata etmiştim, gururum daha fazla kırılmadan eve dönmeliydim. Hasan'ın beni izlediğini korkuyla hayal ediyordum ki bahçede hışırtılar duydum. Kapı açıldı.
       Birden hızla yerimi değiştirdim. Neden böyle yaptığımı bilmiyordum, ama bahçeden ışık alan pencereyi sağıma alınca, üzerime düşen ışıkta, Kara'nın beni, babamın dediği gibi, gölgelerin esrarı içinde görebileceğini anladım. Peçemi örüttüm ve ayak seslerini dinleyerek bekledim.
       Kapı eşiğini geçip, beni görünce Kara, birkaç adım atıp durdu. Böylece, aramızda beş altı adım karşılıklı bakıştık. Delikten gözüktüğünden daha sağlıklı ve güçlü. Bir sessizlik başladı.
       "Peçeni aç," dedi fısıldar gibi. "Lütfet."
       "Ben evliyim. Kocamı bekliyorum."
       "Peçeni aç," dedi aynı sesle. "Hiçbir zaman dönmeyecek."
       "Beni buraya bunu söylemek için mi çağırdın?"
       "Hayır, seni görebilmek için. On iki yıldır seni düşünüyorum. Peçeni aç canım, bir kere göreyim seni."
       Peçemi açtım. Hiç sesini çıkarmadan yüzüme, gözlerimin içine uzun uzun bakması hoşuma gitti.
       "Evlenmek, çocuk sahibi olmak seni daha da güzelleştirmiş. Yüzün de hatırladığımdan bambaşka olmuş."
       "Nasıl hatırlıyordun beni?"
       "Acıyla. Çünkü hatırladığım zaman, hatırladığım şeyin sen değil, senin hayalin olduğunu düşünüyordum. Çocukluğumuzda, birbirlerine resimlerini görüp aşık olan Hüsrev ile Şirin'den konuştuğumuzu hatırlıyorsun değil mi? Şirin, yakışıklı Hüsrev'in resmini ağacın dalında ilk gördüğünde neden aşık olmuyordu da, aşık olmak için o resmi üç kere görmesi gerekiyordu? Sen, masallarda her şeyin üç kerede olduğunu söylerdin. Ben, aşkın ilk resimde alevlenmesi gerektiğini söylerdim. Ama Hüsrev'in resmini, ona aşık olabilecek kadar gerçek, onu tanıyabilecek kadar doğru kim çizebilirdi? Bunu hiç konuşmazdık. Bu on iki yıl boyunca, yanımda eşsiz yüzünün öyle gerçek bir resmi olsaydı belki de o kadar acı çekmezdim."
       Bu manada, resmi bakıp aşık olma kıssası ve benim için ne kadar çok acı çekmiş olduğu yolunda pek çok güzel şey söyledi. O sırada dikkatim bana adım adım yaklaşmasına takıldığı için söyledikleri kelime kelime aklımda kalmadan, doğrudan hatıralarım arasına karışıyordu. Onları sonra tek tek hatırlayıp düşünecektim. Şimdi söylediklerinin yalnızca büyüsünü, içimde hissediyor, ona bağlanıyordum. On iki yıl ona acı çektirdiğim için suçluluk duydum. Ne güzel laflar söyleyen, ne iyi bir insandı bu Kara! Saf bir çocuk gibi! Gözlerinin içinden okuyordum bunları. Beni bu kadar seviyor olması bana güven veriyordu.
       Birbirimize sarıldık. Öyle hoşuma gitti ki bu, bir suçluluk bile duymadım. Baldan da tatlı çok hoş bir duyguyla kendimden geçtim. Ona daha da sarıldım. Beni öpmesine izin verdim, ben de onu öptüm. Öpüşürken sanki bütün alem tatlı bir karanlığa girdi. Herkes birbirine bizim gibi sarılsın istedim. Sevmenin böyle bir şey olacağını sanki hatırlıyordum. Dilini ağzımın içine soktu. Yaptığımdan öylesine hoşlanıyordum ki, sanki bizimle birlikte alem ışıl ışıl bir iyiliğe batıyor, bir kötülük aklıma gelmiyordu.
       Şu benim zavallı hikayem, bir gün bir kitapta anlatılsa ve Heratlı efsanevi nakkaşlarca nakşedilse, Kara ile birbirimize sarılmamız nasıl resmedilir, onu söyleyeceğim şimdi. Babamın bana heyecanla gösterdiği bazı harika sayfalar vardır: Yazının akışıyla, yaprakların dalgalanışı aynı coşkudan, duvar süsleriyle, sayfanın tezhibi aynı dokudan olur; çerçeveyi ve tezhibi kanadıyla delen kırlangıcın telaşı ile aşıkların telaşı birbirine benzer. Birbirlerine uzaktan göz süzen, manidar laflarla birbirlerine sitem eden aşıklar, bu resimlerde öyle küçük çizilir, öyle uzaktan görülür ki, insan bir an, sanki hikaye onları değil, buluştukları şahane saray ve avlusunu, yaprakları tek tek aşkla çizilmiş harika bahçeyi ve onları aydınlatan yıldızlı geceyi ve karanlık ağaçları anlatıyor sanır. Ama o resimlerde, nakkaşın ancak içten bir tevekkülle çizebileceği gizli renk düzenine ve bütün resmin her köşesinden çıkan o esrarlı ışığa iyice dikkat kesildiğinde, bu resimlerin sırrının resmettikleri aşk ile aynı malzemeden yapılmak olduğunu iyi bakan anlar hemen. Sanki resmedilen aşıklardan resme derinden derine bir ışık sızmaktadır. Kara ile ben, birbirimize sarıldığımızda, inanın bana, sanki bütün aleme aynı şekilde bir iyilik yayılıyordu.




Yazarlar