Editörün Seçtikleri İdeoloji öldü / Yaşasın Euroloji

İdeoloji öldü / Yaşasın Euroloji

02.07.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

İdeoloji öldü / Yaşasın Euroloji

İdeoloji öldü / Yaşasın Euroloji


Artniyet / AYŞEGÜL SÖNMEZ


       Manifesta 3 için Slovenya’ya davet edildiğimde dünyalar benimdi. Bu Çağdaş Sanat Avrupa Bienali’ni görmek çok istediğim bir şeydi, çook. Geçen pazar yazımın çıkmaması pahasına bavulumu topladığım gibi Adrian Havayolları’nın uçağına atladım. Ljubljana’nın havalimanına indiğimde sabahın erken saatleriydi. Yeşil ormanın bir ucundaki havalimanında halk otobüsünün tekine atladım. Yolumuz uzun, yolcularımız ise şehre çalışmaya ve okula giden öğrencilerin ta kendileriydi. Duraklar sık ve ormanın eşlik ettiği patikaya yerleşmişlerdi. Slovenya hakkında tek bildiğim, dillerinin Rusça’ya çok benzediği, Avrupa Birliği’ne girmek üzere ve bir dönemin solcu folklorcularının göz bebeği şehri olduğuydu. Başka da bir şey bilmiyordum. Ama o halk otobüsüne bindiğimde her şeyi öğrenmeye başlamıştım bile.
       Bilet atmıyor, para veriyordunuz. Ve karşılığında size fiş kesen yazar kasa, bugüne kadar gördüklerimin en eskisiydi. Manuel’in tam karşılığı, bir çeşit eski bir Zenith fotoğraf makinesiydi. “Çok orijinal" diye içimden geçirdim. Geçirmez olsaydım. Daha böyle çok geçirecektim. İstanbullu halimle ben bile. En Doğu Avrupalı’dan daha doğulu halimle ben bile.

Her haliyle ergen

       Bir belgeselin içinde olduğumu o an anlamıştım. Bir Doğu Avrupa Belgeseli o an başlamıştı. Bu en hakikisiydi ve daha bu belgesellerden çok görecektim.
       Bu şehir, bu ülke, ne Batılı’yız ne Doğulu’yuz diye kendi kendine kızan ve aynı zamanda bunun da bir avantaj olduğunun altını çizmeye kalkan aydınıyla bir belgesel niteliğinde karşımda oynuyordu işte. Kadınları anaç, erkekleri babacan, ama her haliyle, yaşlısı ve genciyle ergendi.
       Modernizmin parçaladığı toplumlarımızda biz çocuksak onlar bir sonraki aşamadalardı; ergenlerdi. Balkanlar modernizmle çarpışmasından devletler kurarak çıkmıştı ama asıl delik de o zaman açılmıştı. Bir sürü küçük devletçik ve bir grup preyetişkin; ergenler ordusu.
       New York, hatta Londra ya da San Francisco size nasıl başrol oynama imkanı veriyorsa burası belgesel seyrettiyordu. Viyana’daki, Paris’teki cafelerden burada da vardı. Vardı ama sonradan öğrenilmiş, edinilmiş, bireysel tavırların kahve içicileriyle dolu cafeler, Slav aksanlı İngilizce konuşan pub çalışanlarıyla küçük Avrupa’nın, yeni Euro parası kullanıcı adayları, şaşırmışlığı sizi dürtüklemeden size sunuyorlardı. Cumartesi birde dükkanlar kapanıyor, pazar günü zaten hiç açık olmuyorlardı. Ama Bata’sı, Timberland’ı, Prada’sı vitrinleri çoktan doldurmuştu. Henüz Avrupa Birliği’ne girmeye vardı. Ama çok az vardı. Çok az.

‘İsimlerin önemi yok’

       Ljubljana’nın en işlek meydanının delisine, o, sürekli yerleri şarkılar söyleyerek süpüren, yıpranmış punk stili, sivri topuklu ve burunlu beyaz botlu yaşlı Madame’a ismini sorduğumda bana şöyle dedi: “İsimlerin önemi yok, yaptığın işin önemi var." Bu soruyu Viyana’da gecenin bir vaktinde yine böyle bir Madame’a daha sormuştum. Ve şu cevabı almıştım: “Benim adım ayçiçeğinin kızı".
       Anladığım şuydu; biri birey olamamışlığın altını çizerken öbürü “ben" diyor, başka bir şey demiyordu. Çünkü biri Doğu Avrupalı, diğeri Batı Avrupalıydı.
       Ve birincisi beyaz zımbalı punk botları, berduş şalı ve dağınık topuzuyla ne kadar önümüzdeki sezon Gucci’de göreceğimiz stili, farkında olmaksızın yansıtırken diğeri yani Viyana’daki, elindeki kurumuş ayçiçeği ve delik aşınmış babetleriyle kesinlikle demodeydi.

Doğu Avrupa Sindirella

       Manifesta’daki işler olsun, 2000+ Doğu Avrupa Sanatı sergisi şunu gösteriyordu. İdeoloji bitmiş gitmiş yerine Euroloji gelmişti. Ve Euroloji, o meydanın deli Madame’ı gibi, söylemiyle Doğu Blok’lu ve Demir Perde referanslı, imajıyla ise benim keşfettiğim gibi kesinlikle trendin ta kendisiydi.
       Estetik, ideolojiden sıyrıldığında içinde bulunduğu kabın şeklini alabildiğince almış, kap en iyi tasarım kaplardan biri oluvermişti. Batı, imaj keşfinde de, yeni anakara keşfinde sıkıntı çekmediği gibi sıkıntı çekmezdi.
       Doğu Avrupa’yı bir panelde Sindirella’ya benzettiler, onu gelip kurtaracak prensini ise Batı’nın ta kendisine, Doğu Avrupalı sanatçının prensini ise Batılı kuratöre. Doğruydu.
       Kendimi benim bile Vasco De Gama gibi hissettiğim Slovenya’da, Manifesta’ya katılan Doğu Avrupalı sanatçıların karşısında Batılı ne yapabilirdi ki? Şunu... Her zaman yapmadığını yani misyoner olmazdı. Bilakis günah çıkarırdı.
       (Yarın Milliyet 2000’in sanat sayfasında anarşist arkadaşlarım Brener ve Schurz’un Manifesta 3’ü nasıl sabote ettikleriyle ilgili ayrıntılı bilgi tarafımdan verilecektir. İlgilenenlere duyurulur!)

Yazarlar