Editörün Seçtikleri NATO kampına girdik

NATO kampına girdik

06.04.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

NATO kampına girdik

NATO kampına girdik


Kosovalılar için kurulan "Makedonya şefkat yuvası"nı ilk kez Milliyet görüntüledi

Nazım Alpman, Bilge Egemen Tetova
Fotoğraflar: Ahmet Dumanlı


Günlerdir Kosova - Makedonya sınır kapılarında perişan halde bekleyen mülteciler için umut ışığı doğdu.
NATO, sınırı geçenler için mülteci kampları kurmaya başladı. Milliyet, Tetova'nın 10 kilometre dışında kurulan ilk NATO kampına girmeyi başardı. Üç bin mültecinin konuk edileceği NATO kampında konut olarak kullanılacak çadırların dışında büyük bir aşevi, 50 yataklı bir çadır hastane, ameliyathane, acil müdahale servisi bulunuyor.
Kuzey Mokedonya'da bulunan ve nüfusunun yüzde 80'ini Arnavutların oluşturduğu Tetova, NATO harekatının başlangıcından bugüne kadar dünya medyasının ilgisini çekmeyi başaramamıştı.
Oysa Yazjince sınır kapısı da Kosova'dan kaçan Arnavutların akınına uğrayan önemli bir geçiş noktasıydı. İlk Türk gazeteci ekibi olarak dün bu kente gidiyoruz.

Bilgi bombardımanı

Kent girişindeki tabelasında Türkçe "Yelken Düğün Salonu" yazan binanın önünde duruyoruz. Tetova'da yaşayan Muhittin Salih, otomobilimizden iner inmez "Hoş geldiniz" diyor. Bizi mültecilerle ilgili bilgi bombardımanına tutuyor.
"Tetova'ya bugüne kadar yaklaşık 20 bini aşkın Arnavut, Türk ve Roman gelmişti. Müslümanların (Arnavutlar, Türkler) yoğun olarak yaşadıkları Tetova'da herkes evini Kosovalı kardeşlerine açmıştı. Tetova'da aç ve açıkta kalan mülteci yoktu. Sınırı geçenler 400 yıllık tarihi Paşa Camii'nin avlusuna getiriliyor. Buradan da evlere dağıtılıyorlardı."
Muhittin Salih'le birlikte mültecileri bulmak üzere Paşa Camii'ne gidiyoruz, ancak avluda hiçkimseyi bulamıyoruz. Çünkü bugün sınır kapısından geçişe izin verilmiyor.
"O halde biz sınır kapısına gidelim." Yönümüzü Yazjince sınır kapısına doğru çeviriyoruz.

Cimbomlu Alman komutan

Tetova'dan 10 kilometre uzaklaşıyoruz ki yolun sonunda büyük bir askeri hareketlilik görüyoruz. Tanklar, dozerler, zırhlı personel taşıyıcılar, çadırlar ve oradan oraya koşuşturan NATO askerleri...
Aracımızdan inip, karargahın ön nizamiyesinde nöbet bekleyen Belçikalı Jan'a derdimizi anlatmakta Makedon askerlerinde olduğu gibi zorlanmıyoruz. Kimliklerimizi ve görev belgemizi gördükten sonra "gelin sizi kamp komutanına götürelim" diyor.
Jan'la birlikte anayoldan yukarıya doğru yürüyoruz. 150 metre sonra ana nizamiyeye geliyoruz. Tel örgüler ve bandajlarla geniş bir sahanlık oluşturulmuş. Kampa giriş noktasında sivil bir kamyonetin bagajından yaşlı, yürüyemeyen hastalar indirilip NATO askerlerinin taşıdığı sedyelere konuluyor. Biz onlarla ilgilenirken Jan komutanı bulmaya gidiyor.
Yaklaşık beş dakika sonra Jan yanında uzun boylu Alman bir subayla bize doğru geliyor. Alman subayı eliyle içeri girin işareti yapıyor. Askeri bir bölgeye bu kadar kolay girmeye alışmamış gazeteciler olarak, bandajların üzerinden içeriye geçiyoruz.
Kamp komutanına İngilizce olarak Milliyet muhabirleri olduğumuzu, kampta haber yapabilmek için izin istediğimizi söylüyoruz.
O da ne?
Alman subay Türkçe olarak diyor ki:
"Hoş geldiniz. Benimle Türkçe konuşabilirsiniz."
Dünya ne kadar küçük. Alman İstihkam Yarbay Carlo Schnell, üç yıl Türkiye'de görev yapmış bir NATO subayı. Kampta rahat çalışabilmemiz için "ön koşulu" olduğunu muzip bir yüz ifadesiyle açıklıyor:
"Sizden öncelikle yazmanızı istediğim bir şey var."
"Nedir?"
"Türkiye'ye, bütün Türklere ve Galatasaraylılara selamlarımı iletmenizi rica ediyorum. Bunu yaparsanız kampla ilgili her türlü bilgi ve görüntüyü almanıza izin vereceğim."
Bir anda savaş ortamının soğukluğu Balkan havası gibi ani bir değişimle Akdeniz sıcaklığına dönüşüyor. Tanışmamızın beşinci dakikasında birbirimize küçük isimlerimizle hitap etmeye başlıyoruz.
Carlo bize kampa ilişkin bilgiler veriyor:
"Üç bin kişinin barınacağı bu kampı iki günde kurduk. 500 kişilik ilk mülteci grubunu bugün misafir etmeye başladık. 24 saat servis yapacak bir aşevimiz, 50 yataklı hastanemiz, acil küçük cerrahi müdahaleler yapabileceğimiz ameliyathanemiz, rontgen servisimiz var."
Sonra işi "gırgıra" vurarak diyor ki:
"Çocuk parkları ve yeşil alanlar yapamıyoruz, çünkü burası zaten bir doğa parçası. Tıpkı Türkiye kadar güzel."
Carlo İstanbul'un yanı sıra İzmir'de de görev yapmış. Görevi bitmesine rağmen Türkiye'ye sık sık "hasret ziyaretleri" yapıyormuş.

NATO'nun ilk misafirleri

Kampın ilk misafirlerini ziyaret için Carlo'nun yanından ayrılıyoruz. Çadır kentin sokaklarına doğru yürürken solda kampın enerji merkezi olarak kullanılan çadırın yanına geliyoruz.
Küçük bir Arnavut çocuğu mızıkasıyla NATO askerlerine minik bir "konser" veriyor. Onlara hüzünlü Balkan şarkıları çalıyor. Belki de bu şekilde günler sonra kendisine uzanan ilk sıcak ele teşekkür ediyor!
Her yeni yerleşimin değişmez "en fedakar" unsurları kadınlar, burada da makus talihleriyle yoğruluyorlar. Yeni "evlerine" eşya taşıyor, çadırın önünü temizliyor ve iç düzenlemesini yapıyorlar. 42 numaralı çadırın önünde Priştina'dan gelen dört kızkardeşle konuşuyoruz. Hote, Bukiriye, Bariye ve Rukiye anneleriyle birlikte gelmişler. Erkekleri Priştina'da kalmışlar. İlk soru hakkını bizden alıyorlar. Gözlerindeki kuşkuyu merakla harmanlayarak geleceklerini arıyorlar:
"Bizi burada ne kadar tutacaklar? Bundan sonra nereye gideceğiz?"
Ne yazık ki, bu soruyu NATO operasyonunun yürütüldüğü siyasi merkezler dahil, kesin olarak yanıtlayacak kimse bulunmuyor.

Gözleri Sırplarda elleri tetikte

Kameralar karşısında dahi kaşlar çatık, eller tetikte. Cepheye; kimi çocuğunu, kocasını bırakıp gelen kadın askerlerin gözünü ne Yugoslavya'nın çetin coğrafyası ne de Sırp tarafının alevlenen milliyetçiliği korkutuyor. Çoğu Bosna'da savaşmış NATO'nun gözüpek kadın askerlerinin tümü makineli tüfek taşıyor ve gerektiğinde silahlarını kullanmaktan çekinmiyor.


Yazarlar