Yaşam Söylenmeyenin peşinde

Söylenmeyenin peşinde

01.05.2008 - 03:14 | Son Güncellenme:

“Yumurta” adlı filmiyle pek çok ödül alan Semih Kaplanoğlu’nun sinemadaki derdi, vicdanın sesini duyurmak... Belki bu yüzden bu kadar az konuşma var filmlerinde. Diğer yönetmenler onu konuşurken o daha ziyade ‘söylenmeyenlerin’ peşinde koşuyor...

Söylenmeyenin peşinde

80’lerin başları... Ege Üniversitesi Sinema TV Bölümü birinci sınıf öğrencileri, ellerinde 8 milimetrelik kameralar, ilk filmlerini çekmektedirler. Bitince bir de kapakları açıp bakarlar ki içi boş. “Gördüğünüz gibi film zihinsel de bir şeydir” der hocaları Oktay Kutluğ; “Maalesef okul film alamıyor ama siz şimdi filmlerinizi çektiniz.” Semih Kaplanoğlu için unutulmaz bir andır bu... Belki hep o çekemediği filmin peşinde koşar ama her şeyden önce sinemanın imkânlarla sınırlı olmadığını öğrenir yolun başında...
Aslında yolun başı çok daha eskiye dayanır, uykuya zor dalan bir bebek olarak İzmir’in açıkhava sinemalarında uyutulduğu yıllara... 22 Şubat 1963’te Karşıyaka’da bir Rum evinde dünyaya gözlerini açar Semih Kaplanoğlu. Bir kız kardeşi vardır, Serra. Babaları Nejat Kaplanoğlu tıp profesörü, anneleri Semra Hanım ise ebedir.
Rum, Yahudi ve İtalyan komşular arasında, iki padişah görmüş babaannesinin hikâyeleriyle büyür. Çok iyi bir gözlemci ve ilkokula kadar çok mutlu bir çocuktur. Karşıyaka Ankara İlkokulu’ndaki öğretmeni Cahide Hanım, benzerini ancak askerde göreceği bir baskı yaratır hayatında. Sınıfın en son okuyan çocuğu olur, ilk söktüğü isimlerden biri Deniz Gezmiş’tir. Denizleri gezen bir adam zanneder onu. 

Özgürlüğünü satın alıyordu

Babası sık sık Paris’e gider ve ünlü tabloların dialarını getirir gelirken. Projeksiyon makinesiyle resim izlemek en büyük eğlencelerindendir. Ve tabii her daim sinema. Lise yıllarında Fransız Kültür Merkezi’ni keşfeder ve orada karar verir sinemacı olmaya. Atatürk Lisesi’nden mezun olunca Ege Üniversitesi’nde yeni açılan sinema bölümüne girer. Onda en çok iz bırakan hocası, öğrencilerine kantinde mandolinle İtalyanca aryalar söyleyen Alim Şerif Onaran’dır. “Ülkenin baskıcı ortamında bir özgürlük vahası gibiydi” dediği üniversiteden 1984 yılında mezun olur ve bir grup arkadaşıyla kalkıp İstanbul’a giderler.
Atıf Yılmaz’ın, Ömer Kavur’un kapısını çalarlar ama piyasanın kan ağladığı yıllardır. Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanan Semih Kaplanoğlu, bir reklam ajansına metin yazarı olarak girer. Askere gidene kadar arkadaşlarının evlerinde göçebe bir hayat sürdürür. 
Dönüşte hayatını çok etkileyecek bir kapı açılır önünde. Mustafa Irgat ve Ece Ayhan ile birlikte Cihangir’de büyük bir daire kiralarlar. Ressamların, şairlerin gelip gittiği, politika, sinema, edebiyat konuşulan bir ev... İki senenin sonunda kendi evine ve mesleğine geçer. Belgesellerde kamera asistanlığı yaparken bir yandan da plastik sanatlar üzerine yazılar yazar. Ara sıra da bir reklam ajansına girip 6 ay çalışarak gene özgürlüğünü ‘satın alır’. 

Eşini ilk TV’de gördü

Özel televizyonlarla birlikte takma isimle dizi senaryoları yazarak kazanmaya başlar hayatını. Sonunda hâlâ bir efsane olan “Şehnaz Tango” gelir. Boşanmış bir kadının yeni bir hayat kurmasını anlatan dizi, çok ses getirir. Semih Kaplanoğlu hikâyesini de yazdığı “Şehnaz Tango”yu tam 52 bölüm çeker, tadında bırakır. Bu arada bir sabah televizyonda görüp kitabını okuduğu, sonra da tanışmak istediği yazar Leyla İpekçi’yle 1999 yılında evlenir.
Sonra ilk filmi gelir, komünist tevkifatı sırasında SSCB’ye kaçan, 1990’da ortaya çıkan bir akrabasının hikâyesinden yola çıkarak yazdığı “Herkes Kendi Evinde”... Çekimlere başlamadan Radikal’de 1996’dan beri yazdığı köşesini 2000’de bırakır. Bu maceradan muhtelif ödüllerle ve kendi filminin yapımcısı olması gerektiğini öğrenmiş olarak çıkar.  

Türk sinemasının Renoir’ı

İkinci filmi “Meleğin Düşüşü”yle yine irili ufaklı festivallerden ödüller alsa da asıl dikkat ve şimşekler “Yumurta”yla toplanır üstünde. Kaplanoğlu’nun ‘Yusuf’ üçlemesinin ilk halkası olan film, 2007’nin 9 Kasım’ında gösterime girer ama yankıları çok önceden başlamıştır. Saraybosna’da, Şili’de ödüllendirilen, Cannes Film Festivali’nin  “Yönetmenlerin Onbeş Günü” bölümüne seçilen, “Yumurta” yabancı basından müthiş övgüler alır. Alman Artechock dergisinde Rudiger Sucslandi, Kaplanoğlu’nu “Türk sinemasının Renoir’ı” diye tanımlar ve sorar: “Bu kadar iyi bir film neden yarışmada değil?”
Sonunda “Yumurta” ‘kendi evinde’ de gösterime girer. Üstelik tam 7 Altın Portakal sahibi olarak. Ve ne olur? Cannes’da gösterildiği bölümün sanat yönetmeni Olivier Pere’nin “Şiirsel sinemanın başyapıtı” diye tanımladığı film, Sinan Çetin tarafından “Entelektüel terör” ilan edilir. 

‘Yumurta’yı haşladılar ama...

Ama “Yumurta” yoluna devam eder, üstelik kendisinin on katı kadar kopyayla gösterime giren filmlerle kıyaslandığında hiç de azımsanmayacak bir gişe yaparak.
Derken mart ayında bir ‘skandal’ daha kopar! SİYAD’dan 8 ödül birden alır film. Abdullah Oğuz ve “Beyaz Melek”in yapımcısı Murat Tokat da isyan eder bu kez. Adeta ödül aldığı için özür dilemesi beklenen Semih Kaplanoğlu “Ben bundan bir üstünlük duygusu taşımıyorum. Ödülleri de kaldırıyorum, her dakika onları görmek istemiyorum. Başka türlü nasıl devam edebiliriz?” der ve dosdoğru devam eder...

Çılgın tempodan uzak

Son olarak Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni Altın Lale’yle tamamladı “Yumurta”. Bir de halk jürisi ödülünü aldı ama Kaplanoğlu onun ‘festival halkı’ olduğunun çok farkında. Geçen hafta Fransa’da ve İspanya’da gösterime giren “Yumurta”dan hâlâ iyi haberler gelirken o, üçlemenin ikinci halkası “Süt”ü tamamlamış, “Bal”ın hazırlıklarını sürdürüyor. 
Yine Kaplanoğlu usulü, çılgın tempodan uzak filmler olacak besbelli. “Aslında o kadar da hızlı geçmiyor zaman” diyor. “Hele hele yalnızken...” Sinema yaparken derdi, vicdanın sesini duyurmak... Belki bu yüzden bu kadar az konuşma var filmlerinde. O daha ziyade ‘söylenmeyenlerin’ peşinde. Gerçeğin asıl oralarda gizli olduğuna inanıyor. ‘Laf’larda değil... Zaten etraf da o kadar gürültülü ki... Durup dinlenmeden ‘Konuşan Türkiye’ arada bir susup dinlese daha iyi olmaz mı gerçekten?

Yazarlar