Editörün Seçtikleri Taşa can verenler

Taşa can verenler

04.09.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Taşa can verenler

Taşa can verenler


Roma döneminde Harbiye görkemli bir şehirmiş. Belki genetik yapı, belki de gizem, halkını sanatçı olmaya sürüklemiş. Kimi heykel yontmuş, kimi eski sikkelerin tıpkı basımına koyulmuş


       Belediye Başkanı İris Şentürk, Antakya’yı geçmişine yakışır bir şehir haline getirebilmek için sorunları sivil toplum örgütleri, halkla birlikte oturup, tartışıyor. Çözüm yolları birlikte üretiliyor.
       Bir şehrin kalkınmasının o şehirdeki kadınların gelişmesiyle olacağına inandığı için Dünya Demokrasi Vakfı ile işbirliği yapıp, kadın - çocuk eğitim merkezi kuruyor. Bu merkezde okuma - yazma kursları, sağlık, hukuk danışmanlığı hizmetleri veriliyor. İşin uzmanları Antakya halkına yaşadıkları toprağın önemini ve tarihi geçmişini anlatabilmek için konferanslar, paneller düzenliyor. Dünya kültür mirasının önemli mihenk taşlarından biri olan Antakya hakkında halk bilgilenirken, şehirli sanatla tanışıyor. Kültürel zeminler sağlamlaştırılırken Antakyalı da aidiyetini yeniden kazanıyor. Artık yüzünü şehre döndürüp, elindeki tarihin önemini kavramaya başlıyor.
       İnce, uzun, sabır isteyen bir yol ama Antakya’da bebek doğmuş artık. Bir de Ankara bölgeye bakışını değiştirebilse...

       Harbiyeli sikke ustası
       Antakya’dan çıkıp, merkeze on kilometre uzaklıkta yeşillikler içinde, her tarafından şelalelerin aktığı Harbiye’ye (Daphne) geliyoruz. Harbiye şehre nazaran daha serin. Neredeyse tüm Antakyalılar biraz soluk almak için suyun yanı başını mesken tutmuş.
       Her köşesi lokantalarla kaplı olan Harbiye’de biraz et, biraz balık, en çok da tavuk kokusu etrafa yayılıyor.
       Oysa Roma döneminde Antakyalı zenginler Harbiye’de tabanları görkemli mozaiklerle kaplı, her köşesinden heykeller fışkıran havuzlu villalar yaptırmışlar. O dönem olimpiyat merkezi de olan Daphre; Apollon Tapınağı, tiyatro ve eğlence merkezleriyle görkemli bir şehir görüntüsündeymiş. Ancak bölge yüzyıllar boyunca yer sarsıntılarıyla harap olurken, son “depremi" de Fransızlar’ın işgal yıllarında yaşamış. Harbiye’de bulunan paha biçilmez eserlerin büyük kısmı yurt dışına kaçırılmış, götüremediklerini de Antakya Müzesi’ne taşımışlar. Bu kadar güzel eserlerle kaplı olan şehrin belki de genetik yapısı, belki de gizem, bölge halkını sanatçı olmaya sürüklemiş. Kimi heykel yontarken, kimi de eski sikkelerin tıpkı basımına koyulmuş. Bu sanatçılardan biri de Harbiyeli sikke ustası İbrahim Süner. Tarihin derinliklerinde gizli olan bu öyküyü isterseniz diplomasız sikke ustasından dinleyelim...
       “Ortaokul öğrencisi iken birgün hocamızla Harbiye’de kır gezintisine gittik. Etrafta dolaşırken birden kendimi Roma döneminden kalma su tünellerin içinde buldum. Belki çocukluk merakı, belki de eskiye duyduğum tutku nedeniyle etrafı incelemeye başladım. Birkaç gün sonra aynı tünele tekrar gittim. Etrafta çanak çömlek kırıkları, birkaç gümüş para bulunca çok sevindim. Dedem bunları müzeye teslim ettiği zaman verilen parayla bir inek aldık. Bu benim sahip olduğum ilk maldı. Heyecanlandım ve eski medeniyetlerin bizlere bıraktıklarını yeniden üretmeyi aklıma koydum. Ancak bu eserleri yapabilmek için ne bilgim, ne de param vardı. Aliağa Rafinerisi’nde, İskenderun Demir Çelik’te, Irak Petrol Boru Hattı’nda kaynakçı olarak çalıştım. Biriktirdiğim parayla bir atölye kurup, tekstil işi yapmaya girişirken artık hayallerime de yavaş yavaş ulaşıyordum. Tekstil işi yürürken, toprak kalıplar kullanarak sikke ve madalya dökümünü denedim. İlk başlarda çok randımanlı olmadı, bir kilo altın harcadım ama sanatseverlerin yardımıyla işi devam ettirmeye karar verdim. Her denemeden sonra birşey kazandığım için hedefe doğru hızla ilerledim. Ürettiğim her imitasyonun tarihine sadık kalarak, yozlaştırmadan aynısını yaptım. Sadece yurt içinde değil, yurt dışına da satmaya başladım.

       Sanatkar ama kaçakçı oldu
       İşte bundan sonra başı belaya girer İbrahim Usta’nın. Çünkü yaptığı imitasyonlar o kadar güzel ki, eskisinden ayırt etmek için uzman olmak gerekir. Eski eser kaçakçılığından mahkemelerin kapısını aşındırmaya başlar. Oysa sattığı malın faturası, müzeden de “imitasyondur" kağıdı olmasına rağmen bürokratlara derdini anlatana kadar akla karayı seçer. Başı iyice ağrımaya başlayınca çözüm bulmak için Kültür Bakanlığı’na gider. Ticari Sicil gazetesinin 23 Şubat 1995 tarihli sayısında; “Her nevi turistik eşya, madeni ya da taş veya tarihi eser taklitlerini ve ticareti yapmak serbestir" diye madde konur ama dinleyen kim.
       Burun kıvırdığımız İran bu işi yapanlara 20 sene ödemesiz kredi açmasına rağmen birbirinden güzel, el basımı sikkeler yapan İbrahim Usta’nın başı “hAlA" beladan kurtulamaz.

       Su perisi Daphne
       Bölgeye adını veren su perisi Daphne, Irmak Tanrısı’nın kızı. Öyküsü ise biraz gururlu, biraz acıklı. Güzeller güzeli Apollon, Daphne’ye aşık olmuş ama su perisi onu reddetmiş. Apollon bu, kızın peşini bırakır mı? Hemen izlemeye başlamış. Daphne, Apollon’dan kurtulamayacağını anlayınca toprağa sığınmış. “Toprak ana, beni sakla" deyince de çağlayanların olduğu yerdeki ağaca dönüşüvermiş. Su perisinin hangi ağaca dönüştüğü pek bilinmese de bölgedeki her defne ağacı su perisini anımsatıyor. Harbiye’nin en büyük gelirlerinden biri de defne yağı ve cilde iyi gelen sabunu.
       Hava sıcak ve rutubetli. Yorgunluk diz boyu. Artık bir defne ağacının gölgesine sığınıp, şelalenin yanıbaşındaki Bedia Hanım’ın lokantasında soğuk bira eşliğinde tereyağlı humus ve kömür ızgarasında pişen tavuk yenmez mi?

       Fransız İşgalinin yarattığı heykeltraş
       Ak sakalları, içi gülen mavi gözleriyle insana huzur veren Şıh Ali Özalp, 80 yaşında bir heykeltraş. Heykel yontmaya da, hattat babasından beş yaşında okuma yazmayı öğrenmesinin hemen ardından başlamış.
       Önce leblebici dükkanında gördüğü resimli tarih kitabına gönül koymuş, iki kuruş parasıyla onu satın almış. Birinci sayfada Tanrı Oceanus’un, arkasında da Zeus ve Mars’ın heykellerine hayran hayran bakarken bu kez onları taşa çizmeye başlamış.
       Yıl 1927. Hatay bölgesi Fransızlar’ın işgali altında. Her tarafından tarih fışkıran Harbiye’de şelaleler arasında dolaşan Fransız subay, küçük Ali’nin taşa çizdiği resimleri görünce, önce bunları nereden bulduğunu sormuş. Genç heyktraş kendisinin yaptığını söyleyince de cebindeki frankları çıkartıp, tümünü satın almış. O sıralar iş yok, güç yok. 4 - 5 frank da fena para değil hani. Artık Ali hayvanları otlatırken, gördüğü her Fransız’a cebindeki heykelleri gösterip, harçlığını çıkarmaya başlamış. Bir gün şelalede ineğini otlatırken elindeki heykeli gören Antakya Müze Müdürü Süheyla Kesgil, eserleri tek tek inceledikten sonra onu işyerine davet etmiş.
       Küçük Ali ertesi günü çakısını, keskisini, taşını kaptığı gibi müzeye gitmiş. Kesgil onu Hitit eserlerinin sergilendiği salona götürüp, çift aslanların karşısına oturtmuş ve sormuş: “Bu aslanları yapabilir misin?"
       Ali durur mu, hemen yontmaya başlamış. Müze Müdürü, Ali’nin yontuğu eserlere hayran kalınca sipariş üzerine sipariş yağdırmış. Zaman ilerleyince iş sadece Hitit aslanlarıyla kalmamış, diğer parçaları da taşa yontup, 20 yıl müzeye satmış. Yıllar geçtikçe bu kez oğlu Abdullah gönül koymuş baba mesleğine. İlk yaptıklarını babasına göstermiş ama Şıh Ali parçaları kusurlu bulunca, bir çekiç darbesiyle hepsini tarumar etmiş. Abdullah çok üzülmüş ama, bu ağır darbe de ona iyi ders olmuş. Kusursuz işler üretmeye başlayınca boynuz kulağı geçmiş. Şıh Ali de çocuklarına rakip olmamak için heykel yapmayı onlara bırakmış.

       Ünleri dünyaya yayıldı
       Zorluklar, taşın kasveti yetmezmiş gibi ona ruh vermeye çalışan Abdullah ise babası Şıh Ali gibi derin bir insan. Büyük usta Bedri Rahmi Eyüpoğlu onun yaptığı eserleri çok beğenince, gözlerine inanamamış. Öylesine beğenmiş ki, bir de şiir yazmış Abdullah’a. İstanbul’a gelip, beş gün hocanın atölyesinde çalışan Abdullah, Eyüpoğlu hastalanınca işi yarım bırakmak zorunda kalmış.
       Babası ak saçlı Alevi dedesi Şıh Ali gibi Abdullah’ın eserleri de Japonya’dan Almanya’ya; Fransa’dan Hollandaya, İtalya’ya kadar nam salmış. Şimdi bine yakın eseri olan Abdullah, her geçen gün yenilik peşinde koşarken maddi imkanı elverirse müze açmak istiyor.
       Abdullah’ın eserleri mi? Tanrım hepsi birbirinden güzel, hepsi sanatkar işi. Bendeniz Harbiye’deki atölyeden maddi imkanlarımı zorlayıp, Abdullah’ın bordo taş üzerine yonttuğu Hitit Kralı’nın heykelini aldım bile.

       YARIN: TÜRKİYE’NİN TEK ERMENİ KÖYÜ: VAKIFLI

Yazarlar