Sovyetler Birliği’nin, 1991 yılının son haftası dağılması, mevcut dehşet dengesinin de dağılacağı, dünyanın bütün ulusların cenneti olacağı soğuk savaşların, sıcak barışların biteceği umudu bütün dünyayı kaplamıştı.
“Bütün dünya” demek yanlışmış; sadece 10 yıl sonra ABD’nin 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak gördüğü İslam’a ve bu saldırıları düzenleyenlerin gizlendiğini öne sürdüğü Afganistan’a karşı başlattığı savaş tam 20 yıl sürdü. ABD, eski başkan George W. Bush’un “Haçlı Seferi” adıyla tanımladığı bu savaşı sonraları bütün Müslümanları hasım olarak gördüğü algısını silmek için “Radikal İslamcılar” ve benzeri isimlerle aldandırsa da, o umduğumuz barış dönemi başlayamadan sona erdi. ABD bu savaşı, Avrupa’yı ve diğer müttefiklerini yanına çekmek için önce BM’den sonra NATO’dan destek kararları çıkartarak küresel bir niteliğe büründürmek istedi ama, mesela Rusya ve eski Sovyet
Suriye Devlet Başkanı’nın yapacağı ilk iş, Baas (Diriliş, Rönesans) Partisi’ni kapatmak ve ülkesinin gerçek anlamda toprak bütünlüğünü yeni bir dirilişte aramak yerine ülkesinin bütün etnik grupların, tüm mezhep ve meşrepten insanların kucaklandığı geçmişine dönmek olmalıdır. “Baasizm” hiçbir zaman Arap ülkeleri arasında bir bütünleşme sağlamadı. Bu partinin bünyesinde Mısır’la Suriye arasında kurulmuş olan “ittifak”, Golan, Sina ve bütün Filistin’in İsrail’in eline geçtiği 1987 savaşına sebep olmaktan başka işe yaramadı. Tabii bu partinin iktidarı ele geçirdiği her yerde diktatörlüğe, halka uygulanan bölücü siyasetlere ve ırkçılığa varan ayrımcılıklara yol açtığını da hatırlayalım.
Suriye’de her 10 kişiden biri olan 3 milyon Kurmanci Kürdünün çoğunun hala Suriye vatandaşı sayılmadığını, YPG, PYD ve nihayet Suriye Demokratik Güçleri adı altında Suriye’nin dörtte birini (petrol gelirlerinin yarısını) ele geçiren
Diplomaside “kelimeler” çok önemlidir. Nitekim bu sebeple dünyada “diplomatik dil” diye bir şey vardır. Dışişleri Bakanlığı’nda uzun yıllar en önemli görevlerde bulunmuş Büyükelçi Sayın Yalım Eralp’in 1976’da, belki de ABD’nin Kıbrıs konusunda hala çözümsüzlükten yana olmasıyla sonuçlanan bir kelime tercihinde, anlaşamamış olduğumuz bir iletişim sorununu anlattığı anısını hatırlıyorum. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger önerecekleri çözümün taslak mektubunda “Federeted” kelimesini kullanmış; Türk tarafı “Federal” kelimesini önermiş. Kissinger “İkisi de aynı anlamda” deyince, Türk tarafı “Öyleyse Federal deyin!” diye ısrar etmiş. Sn. Eralp, “O mektup hala gelmedi!” diyor.
ABD’nin Arap dünyasını bölüp parçalamak için düzenlediğini artık tam anlamıyla bildiğimiz sözde Arap Baharı Mart 2011’de Suriye’ye ulaştı; Beşar Esat, Sünni muhalefetle anlaşmak yerine, Nusayri Şebbiha milisleri ile
Joe Biden… “Erdoğan Kürtleri siyasetten dışladığı için devrilmelidir!” diyen Biden... İki yıl önceki sözde “demokrasi zirvesine”, ABD kurumlarının “demokrasi gerileyen ülkeler” listesindeki ülkeleri bile çağırıp Türkiye’yi çağırmayan Biden… Uçak merdivenlerini koşarak inen çıkan Biden… İki gündür okuduğum 100’e yakın makaleden biri bile Biden’ın yeniden ABD başkanı seçilmesini savunmuyor.
Ama sanılmasın ki, Trump’ın münazarayı kazanmış ve 5 Kasım’da 4 yıl aradan sonra yeniden başkan seçilmeyi adeta garantilemiş olması, Cumhuriyetçileri, en azından Trump’ın fanatik taraftarı olmayan geleneksel muhafazakarları mutlu ediyor. Hayır, Biden nasıl 3,5 yıldır Demokratları hayal kırıklığına uğratıyor ve şimdi hepsi koro halinde ona ikinci 4 yılda ısrardan vazgeçmesi için adeta yalvarıyorlarsa, Cumhuriyetçiler de yaklaşmakta olan felaketten aynı ölçüde korunmak istiyor. Ancak iki taraf da umutsuz.
Muhafazakar Amerika’nın İncil’i konumundaki
İsrail’in kendisini savunma hakkı var mıdır? Vardır. Her ulusun, ülkesini yabancı saldırılarına, terör saldırılarına karşı savunma hakkı vardır.
Ama İsrail’in 7 Ekim’den beri yaptığı “savunma” değil, mahkeme kararıyla sabit, soykırıma yol açan bir savaş. Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’e Gazze’ye karşı sürdürdüğü savaşı sona erdirmezse, soykırım suçlusu ilan edileceğini, başbakan ve sorumlu bakanlarının tutuklanması için karar alacağını bildireli 153 gün oldu.
Bu 4 aylık sürede Netanyahu ve İsrail Silahlı Kuvvetleri ne gibi cinayetler işledi? Ne gibi insan haklarını ihlal etti? Artık akşam haberlerinde trafik kazalarının da ardından verilen iki satır “Bugün Gazze’de yine katliam devam etti; şu kadarı çocuk, şu kadar kişi öldürüldü!” haberlerinde gösterilen, yarısı flu, yarısı karanlık video parçacıklarına şöyle bir bakıp geçiyoruz. Fault Lines isimli bir belgesel grubu, Forensic Architecture ve Earshot isimli kuruluşlarla iş birliği yaparak, BM İnsan Hakları Örgütü, Uluslararası
Bir gazete köşesinde belki güncel olup bitenin irdelenmesi gerekir ancak geçen yazıda başladığım, bir ölçüde kuramsal “ulusal dış politika” ve onun bütün partilerce desteklenmesi konusuna son bir dokunuş için izninizi istiyorum. (Böyle “kuramsal” dokunuşlar deyince aklıma, Latin edebiyatında atasözü haline gelmiş, resimlerinde ayakkabılardan başka yerleri eleştirmeye kalkan ayakkabıcıya, ressam Apelles’in “Ne supra crepidam /Ayakkabıdan yukarı çıkma!” uyarısı gelmiyor değil!)
Bütün partilerin, onların içindeki koalisyonlar ve ittifakların, ülkenin dış politikası ve onun rüknü olan savunma (güvenlik) hedeflerinin paylaşılması, özellikle ABD’nin sağladığı küresel “düzen” anlayışının sona doğru evrildiği görüşlerinin yayıldığı şu sırada çok önemli. Ülkemiz için ne yazık ki böyle bir ortak anlayış, ortak tutum, ortak ülküler olmadı.
Tam olmadı değil: Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve yerini irili ufaklı 11 ülkenin alması sırasında
Bir “iç politika” yazısına başlıyor gibiysem de, değil. Küresel veya bölgesel anlamda etkili ulusların hemen hepsinde, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana sağıyla-soluyla, tutucusuyla-ilericisiyle bir uzlaşma, ortak ilkelerde ve hedeflerde birleşme göreceksiniz. Buna hasret ve bu sebeple de etki alanı kâh genişleyen, kâh daralan ülkemizde, her şeyden önce dış politika hedeflerinde normalleşme olmalıdır.
Normalleşme demeyelim; MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “değerlendirme ve tefrik” diyelim. Bayram mesajında “Ülkemizde anormal hiçbir şey yoktur” diyen Sn. Bahçeli, bu ifadeyi, “Çevremizle kurduğumuz irtibat ve ilişki ağlarını değerlendirmeye ve yeni baştan tefrik etmeye müştereken ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim” cümlesiyle tamamladı. Dış ilişkilerde artıları-eskileri tartmak, bunları birbirinden ayırt etmek, aralarındaki farkı görerek bir dökümünü yapmak zorundayız. Buna ülkenin ihtiyacı vardır.
Böyle bir değerlendirme, bu hedeflerin bir partinin ya da partiler-arası bir ittifakın değil,
Şöyle bir barıştırma toplantısı düşünmeye çalışın lütfen. Siz ve ben kavga ediyoruz; ben, bugüne kadar bana sizinle kavga etmem için imkân ve silah sağlayan 90 kadar dostumu alıp bizi barıştırmaları için yapılan bir toplantıya geliyorum; ama siz o toplantıya katılmıyorsunuz. Bırakın katılmayı, çağrılmıyorsunuz bile. Bu barıştırma toplantısının iyi niyetine, verimli olacağına inanabilir misiniz?
İsviçre, dün ve önceki gün, 100’e yakın ülke ve kuruluşun temsilcileriyle, Ukrayna ile Rusya arasındaki “savaş” haline son verilmesini sağlama amacıyla bir toplantı düzenledi. Ancak tplantıya Rusya davet edilmedi. Ev sahibi İsviçre, Rusya’nın da “mutlaka” katılmasını istediklerini ancak “Moskova katılmaya arzulu görünmediği için çağırmadıklarını” açıkladı.
İnsan, bazen inanamıyor çağımızdaki bu uluslararası ilişkiler protokollerine! Günümüzde 18 ve 19. yüzyılın diplomatik nezaket kuralları filan tamamen geçersiz görünüyor. Bu gidişatın hayırlı sonuçlara,