Ekonomi Politikada ortak renk yeşil

Politikada ortak renk yeşil

19.07.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Politikada ortak renk yeşil

Politikada ortak renk yeşil

TÜRKİYE'Nİ TEMİZ TUT, YEŞİLİ KORU!
Dünün Türkiyesi'nde çevre denince akla sadece korunması gereken ağaçlar geliyordu. Eldeki küçük yeşil alancıklar hemen 'güvenlik çemberi'ne alınır, aslında uzanıp doğayı hissedeceğiniz çimenler için 'Sakın basma' yazılırdı. Çocuklar, 'yeşili koru' sloganlarıyla büyüdüler. Doğayı kirleten en büyük unsur olmasına rağmen devlet, bize bu alanda da ne yapmamız gerektiğini söylüyordu.

BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN MİRAS ALDIK
Bugün tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de farklı bir çevre bilinci var. Ancak Türkiye sanayileşmek ve büyümek zorunda. Büyümeyle birlikte çevre sorunları da katlanarak artıyor. Devletin çevre konusunda net bir politikasının olmaması, çevre örgütlerinin arasında eylem birliğinin olgunlaşmaması bu alanda her kafadan bir ses çıkmasına neden oluyor.

ALTERNATİF BİR HAYAT TARZINA DOĞRU
Yarının dünyasında çevreye öncelik vermeyen hiçbir kurum ve politika hayat bulamayacak. Temiz teknoloji kullanmayan sanayi rekabet dışı kalacak. Bugünden Türkiye'de bu yönde atılan bazı büyük projeler var. Deniztemiz TURMEPA'nın 'dereler temiz aksın' , TEMA'nın GAP'ta 'ağaç tarımı', ÇEKÜL'ün 'Erozyona karşı yedi ağaç' ve Greenpeace'in temiz enerji çalışması bu projelerden bir kaçı.

ÇEVREYLE ilgili sorunlar, tüm dünyada toplumların gündemine 1950'li yılların sonlarında girdi. Denizler, göller, akarsular, hayvanlar ve toprak o dönemde henüz tükenmeyen kaynaklar. Çevre duyarlılığı açısından Anadolu'da tarih öncesinde çeşitli etkinlikler olduğu tarihçilerce tesbit edilse de bugün bunların kayda değer olup olmadığı tartışılılabilir.
Sanayi gelişmediği, büyük kentler henüz göç olgusu ve çarpık yapılaşmayla tanışmadığı için çöp sorunu, hava ve su kirliliği dün konuşulmuyordu bile.
Çevre denilince insanlar, sadece ağaç ve orman kavramını düşünebiliyorlar. Çevre korumacılığı denince akla gelen sloganlar neredeyse tek tip: Yeşili sev ağacı koru; çimenlere basma, yaş kesen baş keser.
Türk ormancılığının temelleri Cumhuriyet'in ilk yıllarında atılmaya başlandı. Bu alandaki çabalar ise en kapsamlı meyvesini 1937'de veriyor ve 3116 sayılı Orman Kanunu çıkarılarak "devlet işletmeciliği" düzenine geçiliyor.
Ardından, 1945'de 4785 Sayılı Yasa çıkarılıyor ve tüm ormanlar devletleştiriliyor. Bu düzen, Türkiye yüzeyinin yaklaşık beşte birini oluşturan tüm ormanları kapsayacak biçimde yaygınlaştırılıyor. 1960'lı yılların sonlarında gündeme gelen bakanlık düzeyindeki örgütlenme de temelde bu yapıyı değiştiremiyor. Kırsal Alan ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği Doç. Dr. Yücel Çağlar, 1980'li yılların başında kapatılan Orman Bakanlığı'nın 1991'de yeniden ve farklı biçimde örgütlenmesi sırasında da bu yapının temel alındığını aradan geçen 60 yıllık bir dönem boyunca son derece önemli gelişmeler sağlandığını belirtiyor ama şu noktanın da altını çiziyor: "Artık, bu yapı tıkanmış, son derece hantal, verimsiz, coşkusuz, siyasal iktidarların dilediklerince kullanabildikleri enkaza dönüşmüştür.
Kültür tarihçisi Prof.Dr. Metin Sözen'e göre ise düne bakıldığında çevre konusunda yapılan hatalar, Anadolu gibi özel coğrafyalarda hızla kimliklerini yitirme noktasına geliyorlar.

ÇEVRE hareketi, Türkiye'de ilk kez 1970'lerde kendisini hissettirmeye başlıyor. Orman yangınlarına duyulan tepki ve bitki, hayvan türlerinin korunması gereğini hisseden kişi ve kuruluşlar, ufak ufak bir araya gelerek dernek ve vakıflar kuruyorlar. 1980'lerde ise dünyadaki çevre bilincinin iyice gelişip yaygınlaşması sonucu Türkiye'de de hareket ivme kazanıyor. Yine de ne çevre örgütleri arasında bir birliktelik ne de devletin çevre politikasında bir netlik olmaması, bu alanda bir kaos yaşanmasına neden oluyor.
Çevre ile ilgili mevzuat, 1982 tarihli Anayasa'da yer alıyor. Anayasa'nın çevreyle ilgili birinci fıkrasında şöyle deniliyor: Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın görevidir.
Çevreyle igili sivil örgütlenme de bu yıllarda hızlanıyor. Türk Çevre Vakfı, Doğal Hayatı Koruma Derneği gibi kuruluşlar, konuya dikkat çekiyorlar.
Anadolu'nun tüm yeryüzü florasının yüzde 33'üne yurt olması, 9 bin bitki türüne sahip olması, 80 kadar meyveyi yetiştirmesi, bunların yanında 120 tür memeli hayvan ve 400 tür kuşu barındırması, doğal varlıklar açısından zenginliğimizin simgesi sayılıyor. Türkiye yüzölçümünün yüzde 26'sını kaplayan ormanlarımızın ancak yüzde 44'lük kısmı yani 8.8 milyon hektarı kaliteli orman sayılıyor.
Başa geçen hükümetlerin Anadolu'ya yeterince eğilmemesi sonucu "taşı toprağı altın olan" büyük şehirlere hızlı bir göç dalgasını taşırken, 1980'li yılların ikinci yarısında hava kirliliğiyle tanışıyor insanlar. Ardından çöp sorunu ve su kirliliği gündemlere yerleşiyor. Özellikle İstanbul'un bazı semtleri, Ankara, Bursa ve Eskişehir gibi şehirlerde kış geldi mi göz gözü görmüyor ve hava kirliliği alarmları veriliyor.
Karadeniz ve Marmara'da balık nesli tükenmeye başlıyor. Denizlerde yüksek koli basili olduğu haberleri basında sık sık yer alıyor. Yine Haliç'in kirliliği ve kirliği çözecek uygulanmayan yüzlerce proje de raflarda tozlanmayı bekleyip duruyor. Özal döneminde İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan, "Haliç gözlerim gibi olacak ve ben orada denize gireceğim" diyerek işe girişiyor, Türk insanı kollektör sözcüğünü de işte o sıralarda sık sık duymaya başlıyor. Kimsayal arıtma, biyolojik arıtma derken sanayi tesisleri başka bölgelere göç ettiriliyor. Seçimlerde Dalan gidiyor, Haliç de tam kurtulamıyor. İzmir Körfezi ve İzmit Körfezi'nin içler acısı durumları da 1980'li yıllarda sık sık gündeme geliyor. Orman yangınları hiç gündemden düşmüyor, Boğaziçi'nden geçen petrol tankerleri, sık sık insanların yüreklerini ağzına getiriyor. Ünlü İndependenta tankerinin enkazı Boğaz'ın doğal görüntüsü gibi algılanıp buraya turistik geziler bile yapılıyor. Petkim, Tüpraş, Taşkömür İşletmeleri gibi kamu kuruluşları çevre için en tehlikeli tesisler sayılıyor.
1990'lara gelindiğinde artık Çevre Bakanlığı da kurulmuş oluyor. Uluslararası Çevre Örgütü Greenpeace'nin adı ve eylemleri Türkiye'ye de yansıyor. Çevre örgütlerinin sayısı artarken, erozyonun tehlikelerinden sözediliyor. TEMA, ÇEKÜL, Deniz Araştırmaları Vakfı, ÇEVKO gibi örgütler yanında bireysel girişimciler ve çeşitli çevre platformları da adlarını duyurmaya başlıyor.
Çevreyle ilgili çıkarılan bir yığın yasa ve yönetmelik, sadece görüntüyü kurtarırken, Çevre Bakanlığı yaptırım uygulayamadığı için "pasif" bir organ olarak kalıyor. 1992'de Rio Konferansı sonucunda yayınlanan uluslarası sözleşmeye Türkiye adına Süleyman Demirel imza atıyor ama bu iş sadece imzada kalıyor. Çünkü, uygulamaya geçmede kimse hevesli görünmüyor. Yeşiller adıyla kurulan çevreci parti ise kısa ömürlü oluyor ve Anayasa Mahkemesi'nce tam örgütlenemediği için kapatılıyor.
Bugünlerde enerji krizi nedeniyle çok tartışılan nükleer enerji konusunu ise adım adım izleyen gönüllü çevreciler, Akkuyu eylemleriyle her zaman hükümeti sıkıştırmaya devam ediyor. Yatağan, Gökova ve Yeniköy termik santrallerini de çevreciler mahkemeye kararıyla kapattırabiliyorlar. 14 avukatın bir araya geldiği Çevre Hukuk Savaşçıları, açtıkları davalarla hükümete nefes aldırmıyorlar. Bergama'da Eurogold firmasının altın çıkarma girişimleri ise Belediye Başkanı ve çevrecilerin destekleriyle bir türlü gerçekleşemiyor.
Erozyon yüzünden toprağı verimsizleşen ve hayvanına bakamayan 1.5 milyon köylü vatandaş, her yıl büyük şehirlere göçü çare görüyor. Doğu ve Güneydoğu'da terör yüzünden yasaklanan meralar, işsizlik yaratıyor. Mera Kanunu, Meclis'ten bir türlü çıkarılamıyor. Orman yasaları, durmadan değiştiriliyor, devlet eliyle ağaçlar yokediliyor. Çevre açısından, bazı olumlu projeler gündeme gelse de uygulama alanı zayıf kalıyor. Sanayi tesislerinin yüzde 75'i hala arıtma tesisi kurma gereği duymuyor. Kurulanlar da çalıştırılmıyor.

Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çevreci politikalar hayatın her noktasında dikkate alınmak zorunda kalacak. Bugünden başlayan sosyal gelişmelere duyarlı ve çevre dostu şirket kavramı, 2000'lerde çok daha fazla gelişecek.
Şirketler, yeniden yapılanmalarını artık çevre bazına oturtuyorlar. 1992'de Rio'da yapılan ve Türkiye dahil 179 ülkenin katıldığı Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansı'nda kabul edilen ve 21. yüzyılın gündemine giren iki önemli mesaj şuydu: Kalkınma ile çevre arasındaki karşılıklı bağımlılık ve çevre sorunlarının çözümü için farklı ülkelerle toplumların farklı sektörleri arasında "ortaklık" ihtiyacı.
21.yüzyıla girerken, Türk insanı da geleceği için yaşamsal önemi olan çevre ve kalkınma konusundaki klasik yaklaşımını değiştirmek zorunda kalacak. Bu yıl yapılan New York'taki çevre konferansında ise 2 binli yılların favori enerji kaynağı güneş ve rüzgar gibi doğa ürünü kaynaklardı.
Yeni yüzyıldaki savaşlar, artık çevre tahribatından kaynaklanan sorunlar nedeniyle patlak verecek. Çevre koruma kuruluşlarının önde gelenlerinden Worldwatch Instute Başkanı Lester Brown, "Ekolojik tahribat, dünya genelinde ülkelerin ana ulusal güvenlik sorunu, endişesi olarak ideolojik çatışmaların önüne geçecek" diyor.
Türkiye'de de çevre dostu şirketler giderek çoğalıyor. Koç, Sabancı, Ezacıbaşı gruplarına bağlı firmalar başta olmak üzere şirketler yeniden yapılanırken "temiz teknoloji" yatırımlarına milyonlarca dolar para harcıyor. Arçelik bu işe 6 milyon doların üzerinde para harcadı. İSO Başkanı Hüsamettin Kavi, gelecekle ilgili tahmin yaparken, çevre standartlarına uymayan ve temiz teknolojiyle çalışmayan firmaların rekabet dışı kalacağını söylüyor. En az enerji, en az ve dönüşebilen atık ve en verimli çalışan firmaların öne çıkacağını vurgulayan Kavi, şu anda organize sanayi bölgelerinde başlayan ortak arıtma merkezlerinin giderek yayılacağına da dikkat çekiyor. Otomotiv sektörü de dünyada giderek yayılan yeşil motor için projelerini değiştiriyor.
Enerji krizi için hükümetlerin nükleer santralleri gündeme getirmesine rağmen çevreciler, anti nükleer çözüm modellerini kamuoyuna sunuyorlar. Çevre kuruluşları yarınları kucaklayacak projeler hazırlıyorlar. Türkiye, 2 binli yılara daha yeşil, erozyon sorununu halletmeye yönelmiş, deniz ve göllerini temizleyecek projeleri gündemine alarak girecek. İzmir ve İzmit belediyeleri, bu projeleri devreye soktu bile.
OECD ülkeleri arasında tek çevre istatistiği olmayan ülke olan Türkiye, 2 binli yıllara çevre envanterini çıkarıp girecek. 11. Dünya Ormancılık Kongresi'nin 13 - 22 Ekim'de Antalya'da ünlü Cam Kongre Merkezi'nde yapılacak olması da ülkemiz açısından yeni bakış açıları getirecek.
Yeniden bir Yeşiller partisi de kurulması da gündeme geliyor. Ekolojik Parti adıyla kurulması çevreciler arasında tartışılan bu parti için yeterli destek çıktığı takdirde yeni yüzyıla bir çevre partisiyle de girebiliriz.

Orman Bakanlığı Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü, ISO 9000 uluslararası kalite standart belgesi almak için çalışmalara başladı. Türkiye'de en büyük fidan üreticisi olan kuruluş, yılda 750 milyon fidan kapasitesine ve 152 fidanlığa sahip. Genel Müdür İsmail Özkahraman, uluslararası kalite teşkilatının oluşturduğu ISO 9000 kalite güvenlik sistemi içindeki ürün tasarımı ve geliştirilmesiyle ilgili ISO 90001 standardı için Atatürk Havalimanı yakınındaki Çobançeşme Orman Fidanlığı'nın bu iş için aday olarak seçtiklerini söyledi.

1994'de başta Rahmi Koç olmak üzere bir grup işadamınca kurulan ve denizlerimizin temizlenmesini misyon edinen Deniztemiz TURMEPA, yarınlara yönelik birçok ilginç proje hazırlıyor. Bunlardan en kitleseli ise derelerin temizlenmesiyle ilgili olanı. Türkiye'de 177 bin 714 kilometre uzunluğunda 26 akarsu bulunuyor. Kuruluşun Genel Sekreteri Ömer Borovalı, bu akarsuların korunmasına ilişkin kanun, tüzük ve kararnamelerin tarandığını, proje uygulamasında destek alınacak yasal dayanak listesi haline getirildiğini belirtti. Bu çalışmanın ardından, belirlenen bütün yaptırımlar, her dere için gerekli olacağından çok detaylı olarak incelenecek ve neler yapılması gerektiği oluşturulacak. Borovalı, neden böyle bir projeye ihtiyaç duyulduğunu anlatırken şöyle konuştu: "Denizlerin yüzde 87 oranından karasal kirlilikten etkilendiği ve bu kirliliğin yüzde 80 de karalardan denizlere akarsularla taşındığı gerçekleri kirliliğin kaynağından kesilmesinin çok daha sağlıklı bir çalışma olacağını gösteriyor. Kısaca, derelerin temiz akmasıyla denizlerin de temiz kalması sağlanabilecektir."
Tatlısu bağlantısı fazla olan denizlerin kirlenmeye daha uygun olduğunu da belirten Borovalı, Türkiye'nin bu tür özellikteki denizlere sahip olmasının projenin isabetliliğini ve geçerliliğini de ortaya koyduğunu söyledi.
Proje, şu aşamaları izleyecek:
* Her dere için "yerel komite"ler kurulacak.
* Her akarsuyun kollarıyla birlikte geçtiği tüm yerlerde bütün tesbitler yapılacak.
* Kamu ve bilimsel kuruluşların şimdiye kadar yaptığı çalışmalarla ilgili bilgi ve doneler bir araya getirilecek. Şayet, dere binden fazla ilden geçiyorsa proje DPT Müsteşarlığı koordinatörlüğünde götürülecek.
* Kirliliklerin önlenebilmesi için sanayi tesislerinin arıtma sistemlerinin çalışıp çalışmadığının tesbiti, olmayanların tesis yapmaları, yerleşim alanlarının kanalizasyon ve arıtma tesisi kurmaları, erozyon açısından ağaçlandırmanın teşviki, mera ıslahı ve fiziki tedbirlerin alınması gündeme gelecek.
* Suyun ekonomik kullanımı konusunda varsa yarım baraj ve gölet inşaatlarının tamamlanması, toprak kanalların beton kanallara dönüştürülmesi ve suluma rejiminin düzenlenmesi sağlanacak. Bunları, bölge ekonomisine katkı için tarıma açılabilecek yeni alan tesbitleri, endüstriyel ağaçlandırmanın hızlandırılması, ulaşım sorunlarının çözülmesi ve yeni istihdam için projeler üretilmesi izleyecek.
Proje, halkın ve yerel yönetimlerin katılımı ve devlet desteği ile uygulamaya sokulacak.

ANADOLU toprağı, her yıl daha fazla kan kaybediyor. Bin yıllık kültür beşiği topraklar aşırı yorgunluktan çoraklaşıp, kuraklaşırken erozyonla denizlere, göllere ve akarsulara taşınıyor. Toprağından umudu kesen insanlarsa, sürekli göç etmek zorunda kalıyor. Birçok çevre kuruluşu, erozyona ve göçe karşı çözüm projelerini gündeme getiriyorlar. TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca'nın "Türkiye çöl olmayacak" sloganıyla yürüttüğü erozyonla mücadele ve mera ıslah çalışmaları sürüyor.
ÇEKÜL Vakfı, Türkiye'ye yeni ormanlar kazandırmak amacıyla daha önce gerçekleştirdiği ve 2 milyon ağacı toprakla buluşturduğu "7 Ağaç Ormanları Projesi"nin ardından katılımın boyutlarını büyüterek, doğaya ve kültüre duyarlılığı artırmak ve kalıcı sonuçlara ulaşmak için 2000'li yıllara uzanacak, "Erozyonu Önlemeye 7 m2 Katkı Projesi"ni geliştirdi.
Her geçen yıl yoğun katılımlarla büyümesi beklenen bu kampanyanın çıkış noktası, bireyin yakınlarına, sevdiklerine özel günlerde göndereceği kartlarla, kendi adına ya da armağan ettiği kişinin anısına erozyonla savaşıma ağaç diktirerek destek vermesi.
Orman Bakanlığı Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü'ne sunulan proje, bakanlığın ilgili birimlerinin kendi programlarına uygun olarak gösterdiği seçenekler arasından çalışma alanı saptandıktan sonra tanıtıma geçilecek ve bağışlar kabul edilecek.
Daha sonra Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrol Genel Müdürlüğü, ilgili tamim çerçevesinde alan bütünlüğünü esas alarak hazırlanan projenin uygulamasını gerçekleştirecek.

ORMAN Bakanlığı Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü, ISO 9000 uluslararası kalite standart belgesi almak için çalışmalara başladı. Türkiye'de en büyük fidan üreticisi olan kuruluş, yılda 750 milyon fidan kapasitesine ve 152 fidanlığa sahip. Genel Müdür İsmail Özkahraman, uluslararası kalite teşkilatının oluşturduğu ISO 9000 kalite güvenlik sistemi içindeki ürün tasarımı ve geliştirilmesiyle ilgili ISO 90001 standardı için Atatürk Havalimanı yakınındaki Çobançeşme Orman Fidanlığı'nın bu iş için aday olarak seçtiklerini söyledi.

ULUSLARARASI Çevre Örgütü Greenpeace, Türkiye ile nükleer enerji konusunda çok yakından ilgileniyor. Akkuyu nükleer santralinin açılmaması için yoğun eylemler yapan ve Türk çevrecilere de büyük destek veren örgüt, "Enerji Yol Ayrımında Türkiye" adlı bir rapor da hazırladı. 2000'li yıllarda gelişmiş ülkelerde gündeme gelecek çevre dostu alternatif enerji modellerine göre güneş santralleri ve rüzgar türbinleri gibi doğal enerji kaynaklarını öneren raporda, Türkiye'nin büyük bir enerji tasarrufu potansiyeli bulunduğuna dikkat çekildi. Raporda, "Bu potansiyelin uygulanması ülke ekonomisinin refahı ve enerji kaynaklı çevre yıkımının azaltılması için gereklidir" denildi.
"Yenilenebilir enerjilerin" 21.yüzyılın tekonolojisi olduğunu belirten Greenpeace Türkiye enerji dalı sözcüsü Melda Keskin, "İsveç Modeli" olarak nitelediği modeldeki enerji kaynaklarını şöyle sıraladı:
"Hidroelektrik,, mikro-hidro, güneş ısıl, güneş fotovoltaik(PV), rüzgar, biogaz, biyokütle ve jeo termal.
Keskin, bu alanlarda Türkiye'nin büyük potansiyele sahip olduğunu belirtirken, "İsveç, 1998 başından itibaren nükleer santrallerini kapatıp bu enerji kaynaklarını kullanıma sokacak. Güneş çağı, yakında Akdeniz bölgesinde başlarken ve komşumuz Yunanistan, en büyük güneş enerji santralini kurarken, Türkiye neden dünyanın terkettiği nükleer santrale yöneliyor anlamak mümkün değil."