Gündem Tarihi uzlaşma Türkiye 3 - Sürece güven sorunu: Bölünme paranoyası

Tarihi uzlaşma Türkiye 3 - Sürece güven sorunu: Bölünme paranoyası

22.05.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

Mersin’de de en büyük sıkıntının barış sürecine güven sorunu olduğunu fark ediyorum. Herkes karşısındakinin samimiyetini sorgular hale gelmiş

Tarihi uzlaşma Türkiye 3 - Sürece güven sorunu: Bölünme paranoyası

Türkiye Barış Meclisi’nin davetlisi olarak Mersin’deyim. Şubat sonu. Uzun süredir ilk defa ağırlıklı olarak Türklerin düşüncesini dinleyebilecek olduğum için heyecanlıyım. Barış süreci ve nefret söylemini konuşacağız. Panel masasında benimle birlikte Başkent Kadın Platformu Sözcüsü Fatma Bostan Ünsal, Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nilgün Toker, avukat ve yazar Eşber Yağmurdereli oturuyor. Salon oldukça dolu, dinleyiciler arasında, BDP MYK Üyesi Ferhat Tarhan, BDP Mersin İl Eşbaşkanı Halis Ernarinci, Akdeniz Belediye Başkanı M. Fazıl Türk’ün yanı sıra siyasi parti temsilcileri, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum örgütleri, sendika temsilcileri, üniversite öğrencileri ve yurttaşlar var.
Nilgün Toker söze yeni bir barış dilini kurmanın önemini vurgulayarak başlıyor. Kendi dilimizi yaratmanın ne kadar önemli olduğunu, barışa omuz veren insanların bir yandan da nefret söylemiyle baş etmeye çalıştığını, barışın dilini kurmamız gerektiğini ve yeniden bir aradalığı tesis etmemizin bu süreçte ne kadar hayati olduğunu anlatıyor. “Savaş değil, barış diliyle yapılan barış kalıcı olur” diyor.
Hep kutuplaşma vardı
Ben modern ulus-devlet kurgularının yapıları gereği tektipçi ve homojen olduklarını anlatıyorum. Bu tektipleştirme süreçlerinde devletin bekasının herşeyden önce geldiğini, bunun için de devletin ideolojik aygıtlarını kullanarak bir içdüşman yaratıldığını ve nefret dilinin de bu bağlamda her seferinde yeniden üretildiğini söylüyorum. Bir dönem komünistler iç düşmandı, ondan sonra Müslümanlar, sonra Kürtler oldu, habire kutuplaşmalar yaratıldı. “Barış süreçlerinde önemli olan nefret ve şiddet dilini nasıl bertaraf edeceğimizdir ve ne yazık ki Türkiye’de bu dili en çok kullananlar siyasetçilerdir” diyerek sözlerimi bitiriyorum.
Sevr korkusu içinde
Eşber Yağmurdereli ve Fatma Bostan Ünsal’ın farklı kesimlerin barış dili üzerine son derece ufuk açıcı konuşmalarından sonra soru-cevap kısmına geçildiğinde Mersin’de de en büyük sıkıntının sürece güven sorunu olduğunu fark ediyorum. Sanırım Türkiye toplumunun bütününde bir güven sorunu var aslında ve haksız da sayılmazlar. Herkes karşısındakinin samimiyetini sorgular hale gelmiş. En büyük korkulardan biri bölünme korkusu. Sevr paranoyasının sürekli gündemde tutulduğu bir devlet geleneğinden gelen bir toplumda bu korkular son derece anlaşılabilir.
Mersin kozmopolit
Özellikle 90’larda Güneydoğu’da yaşananlar sebebiyle Mersin’de büyük bir Kürt göçmen nüfus var. Bu açıdan bakıldığında Mersin kozmopolit bir şehir. Bölünme endişeleri bu sosyolojik durumdan mı kaynaklanıyor? Kaygılar ana eksende ikiye ayrılmış: Eski devrimci cenah bu barışı Amerika’nın empoze ettiğini düşünüyor ve dolayısıyla da kuşkucu yaklaşıyor. “Ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorlar. “Evet, Amerika Ortadoğu’da artık istikrar istiyor ve bunun en önemli ayağı da Türkiye’deki Kürt sorununun siyasi yollarla çözülmesi. Peki ama sırf Amerika’nın çıkarlarıyla örtüşüyor diye biz barıştan vaz mı geçelim?” diyorum, olaya bu açıdan bakınca bana hak veriyorlar gibi.
Bir diğer kesim izleyicinin kaygısı ise iktidarın gizli bir İslami ajandası olduğuna dair ve bu yöndeki sorular nedense hep Fatma Bostan Ünsal’a geliyor. Onca demokratik konuşmasına karşın sırf örtülü olduğu için kendisini hükümetin temsilcisi gibi algılayan izleyiciler mevcut. Sorular bazen itham şeklini dahi alıyor. Nasıl ki Kürtlerden sürekli olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne sadakat göstermeleri beklenirse (aslında bu “devlete sadakat ve biat” anlayışı bütün vatandaşlardan bekleniyor ama “öteki”lerden biraz daha fazla zira onlar her zaman “potansiyel düşman”Ö Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında ortaya dökülen fişlemelerdeki “potansiyel olarak şu ideolojiye yakın, buna meyilli” gibi cümleleri hatırlayın), örtülülerden de laikiler için tehdit olmadıklarını göstermeleri bekleniyor sanki. Bu da hükümetin politikalarını eleştirme sınavı gibi. Fatma Hanım’la panelden sonra konuşuyoruz, “çok alıştım artık bu tür saldırılara” diyor. Ne acı!
Barış dilini kurmak
Toplumsal kutuplaşmalara o kadar alışmışız ki, her panel öncesi kendimizi hazırlıyoruz saldırıya uğramaya. Barış dilini kurarken bunları da unutmamak lazım demek ki. Her zaman söylediğim gibi, sadece Kürtlerle değil, bu barış toplumun bütün kesimleriyle yapılmalı ki sağlam olabilsin. Medyadaki şiddet dilinin bir an önce önlenmesi, insanların hassasiyetlerini kaşıyacak tanımlamaların önüne geçilmesi lazım. Bu noktada habercilere büyük görev düşüyor. Ben araştırma yaptığım hiçbir demokratik ülkede, Türkiye’deki kadar insanları kışkırtan, galeyana getiren, milliyetçi duyguları sürekli tırmandıran medya ifadeleri görmedim. Haberlerin bir “reality show” gibi değil, bilgilendirme amacıyla verilmesi gerektiği bilinci acilen uygulamaya koyulmalı.
Yukarıdan emirle olmaz
Ancak herşeyden daha önemli bir nokta var. Barış yukarıdan emirle olmaz, yani birilerinin “haydi öpüşüp barışın” demesiyle bunca yıllık acılar unutulup, insanlar birbirlerinin kollarına atılmayacaklar. Gerçek ve kalıcı bir barış için toplumsal uzlaşma şart. Toplumsal barışı sağlamanın ilk adımlarından biri de dildeki nefret ve şiddetten arınmaktır. Ta çocuk yaştan beri şiddetle büyündüğünü, anne babanın çocuğu, babanın anneyi, erkeğin kadını, öğretmenin çocuğu, ağabeyin kardeşi, çocukların birbirini, genelde pek çok kişinin hayvanları dövdüğü ve şiddet uyguladığını hatırlayınca, Türkiye toplumunu şiddetten arındırmanın ve barış dilini inşa etmenin çok zor bir süreç olacağı aşikâr. Özellikle de 1980’den sonra doğan nesillerin şiddetsiz tek bir güne dahi uyanmadıklarını düşünecek olursak. Kampüste şiddet, sokakta şiddet, meydanlarda şiddet, dağda, ovada, bayırda şiddet, işyerinde, evde, okulda şiddet, maçlarda şiddet, eğlenirken şiddet, ekranlarda şiddet, dizilerde şiddet, siyasette şiddet... Her yerde hem bireysel şiddet, hem de devlet şiddeti... Peki bunca şiddet sarmalı, bunca öfke ve nefret içindeyken nasıl kuracağız biz bu barış dilini?
Üzerinde uzun uzadıya düşünmemiz gereken konu bu sanırım.

Haberin Devamı

Yarın: İzmir’in dağlarında çiçekler açar!