Kültür Sanat“Babamın ölümüyle bu kitap sayesinde hesaplaştım”

“Babamın ölümüyle bu kitap sayesinde hesaplaştım”

03.11.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:

Yekta Kopan babasını kaybettikten sonra yazdığı öykülerinden oluşan “Bir de Baktım Yoksun” kitabında kendisiyle, ölümle ve korkularıyla hesaplaşıyor.

“Babamın ölümüyle bu kitap sayesinde hesaplaştım”

Bu bir şov programı olsaydı ve “O biiir...” diye başlayan sıfatlarla tanıtacak olsaydık epey zaman alırdı bu sunuş faslı. Zira Yekta Kopan bir televizyon programcısı, NTV’de kalıcı olarak “Gece Gündüz”ü hazırlayıp sunarken, buna ilaveten yazın “Yaz Gecesi”nde, Ramazan’da “Evvel Zaman İçinde”de izledik onu.
Yekta Kopan bir seslendirme sanatçısı; Jim Carrrey’den Michael J. Fox’a sayısız ünlünün ülkemizdeki sesi... “Yüzüklerin Efendisi”nin Pippin’i, en son ve en çok da “Buz Devri”nin Sid’i...
Ama hepsinden önemlisi, bütün bunlar sürüp giderken, o tam zamanlı bir yazar. Çok izlenen televizyon dizilerinin senaryolarına imza atmasının yanı sıra öykü kitapları, bir de romanı var. Ve uykusundan kısarak yazdığı son öykü kitabı “Bir de Baktım Yoksun” Can Yayınları etiketiyle raflarda.
2008’in nisan ayında babasını kaybeden Yekta Kopan, o duygunun izinde yazmış bu son öykülerini... Kahramanlar hep yazar, baba oğul ilişkisi başrolde ve her öyküde biraz daha tamamlanan bir puzzle’ı andırıyor kitap. Okur da eksiklik duygusuyla başladığı kitabı adeta tamamlanarak bitiriyor.


Nasıl başladınız bu kitaptaki öyküleri yazmaya?
2008’de babamı kabettiğimde bir roman üstünde çalışıyordum. Ben bugüne kadar hep baba oğul ilişkisi üstünden bir şeyleri anlatmaya çalıştım. Baba oğul meselesi benim temelli bir meselemdir, ben onun kaynaklarını tabii ki biliyorum ve asla anlatmayacağım. Ama bunun üstünden dünyayı okumak bana hep çok iyi geliyordu.
Ve babam hayattayken her açıdan yazmak çok rahat bir şeydi. Babamı kaybedince şunu anladım, artık tek bir açısı var bunun benim için: Babam yok. Bir daha hiç olmayacak... Dolayısıyla ne roman ne bir şey, hiçbir şey kalmadı, hiçbir şey de yazasım gelmedi...
Bir süre sonra tekrar yazmak istedim fakat o zaman da baktım ki hep aynı şeyi yazıyorum. Hatta şunu hissettim, yazdıklarımla bana acınsın istiyorum. Yapış yapış şeyler böyle, hüzün, hüzün, hüzün. Oysa benim babam çok komik bir adamdı, bizim ilişkimiz de çok komik bir ilişkiydi ve dolayısıyla onun ölümünde bile gülünecek şeyler vardı. Ve ölümün ağlatan ve güldüren bahçesinde yürümeye başladım. Dolayısıyla biraz rahatlamaya da başladım yazmayla ilişkimde.

Öykülerde hep bir ortak duygu var...
Ben öykü kitaplarımda kaç öykü varsa, bunların tematik olarak, kavramsal olarak, dil olarak birbirine değmesini hep çok severim. Bu sefer artık bunu daha da ileri götürerek çok iç içe sokmaktan zevk aldım. Mesela bir Berlin var, ama bu kişinin gittiği Berlin o kişinin gittiği Berlin mi, bu Londra o Londra mı, bu baba o baba mı sorusunu kendime hep sordum. Okurun da sormasını istedim. Bu iç içe geçmişlikteki o muğlak durum, hayatın muğlaklığı gibi, benim çok hoşuma gidiyor.
Aslında şunu yapabilirdim: Bu muğlak durumu daha belirgin hale getirip, a öyküsünde Londra’ya gitmeyen babayla b öyküsünde Londra’ya giden oğlu aynı baba oğul yaparak çok keskin, anlaşılır bir birliktelik sağlayıp bunu da bir üst metinle birleştirip romana gidebilirdim. Ama benim istediğim tam da o gri alanda kalmaktı.

Kitabın son cümlesi “Artık deliksiz bir uyku uyuyabilirim”. Kitabı bitirdiğinizdeki duygunuz bu muydu?
Aynen öyle. Çünkü babamın ölümünden sonra çok karanlık uykular uyudum. İçimden “Tamam öldün de ne yapabilirim? Ben yaşıyorum, artık bırak da uyuyayım” dediğim oldu. Dolayısıyla ona bir şey demem lazımdı. O bir şeyi dedim. Aslında babamın ölümü üstünden kendi ölüm korkumla, kendimle hesaplaştım. Ve o hesaplaşmayı en azından hayatımın bu dönemi için tamamladım ve şimdi uyuyorum. n


“İlk şiirim ‘Ne güzeldir şu dersler / Bize bilgi verirler/ Türkçe en önemlisi’...”
Okumayı çok küçük yaşta öğrenmişsiniz...
Evet, ablamla aramda yedi yaş var. Sinirli ve evin içinde kendi kendine söylenerek dolanan bir çocuk olduğumu söylerler. Ablam da benden o kadar bıkmış ki, bana yazmayı öğretmeye karar verdi anlaşılan. Bir de işkenceler yapardı. Sırf başından uzun süre uzaklaşayım diye bir kelime verir, 20 kere yaz derdi. Ve kelimeler şöyle olurdu: Telekomünikasyon, Hammurabi, Şuppiluliuma... Ben de uğraşırdım, o yüzden çok bastırarak yazarım, kavga eder gibi, çok kendime kapanarak yazarım. Dört yaşında çocuğa yapılır mı bu işkence?

İlk şiirinizi de çok küçükken yazmışsınız galiba...
Yedi yaşındaydım. İlk şiirim “Ne güzeldir şu dersler / Bize bilgi verirler / Türkçe en önemlisi / Öğretir dilimizi” gibi çok kötü bir şey. Ben bunu Doğan Kardeş dergisine yolladım ve oradan bana bir mektup geldi. Babam beni Ankara’dan trenle İstanbul’a getirdi, Doğan Kardeş dergisine gittik. Kravat filan takmışlardı bana. Beyaz saçlı, takım elbiseli bir beyefendi bizi gezdirdi, matbaaya indirdi. Ve şunu hatırlıyorum, “Ankara’dan şair arkadaşımız gelmiş” dedi. Ondan sonra geri dönüşüm yoktu benim. O adını bilmediğim, benim için çok önemli olan beyefendi solumda, beni Ankara’dan oraya günü birlik getirmiş babam sağımda; en azından benim onlara karşı yapmam gereken bir şeydi, ömür boyu yazmak.

Ama şiire devam etmediniz...
Ondan sonra çeşitli yerlere şiir yazmaya devam ettim. Hem gençtim hem aşıktım hem şiir yazmayı seviyordum hem de gri Ankara’da yaşıyordum ki şiiri en çok besleyen şehirlerden biridir. Ama sonra şiir üstüne çok düşünmeye başladım ve düşündüklerimden elde ettiğim sonuçlarla iyi şiirler yazamadığımı gördüm. Kötü bir şairdim, çünkü taklit ediyordum. Artık 18-19 yaşına gelmiştim ve ondan sonra şiir yazmadım. Hikaye anlatma meselesi çok iyi geldi bana ve zaten şiirlerimde de hep bir hikaye anlatıyormuşum, onu gördüm.

Şiir konusunda kendinizi acımasızca eleştirebilmişsiniz, peki öykücülüğünüzü özgün buluyor musunuz?
Özgün müyüm bilmiyorum, benim tamamen dışımda bir edebiyat tarihi bunun cevabını herhalde verecektir. Ama çok özgün olmak gibi bir kaygım da yok. Kafamdaki hikayeyi iyi anlatmak istiyorum, bunu yaparken dili dürüst kullanmak istiyorum ve bunları da iyi yaptığıma inanıyorum. Şiirden iyiyim, orası kesin.


“Önemsediğim okurun beni bazı anlarda reddettiğini biliyorum”
Senaryo yazarlığı gibi, televizyon programı gibi, seslendirme çok zaman alan başka işleriniz de var. Bunların yazıya engelleri oluyordur herhalde...
Oluyor. Bir kere örneğin televizyonun çok önemli bir engeli var yazıyla olan ilişkime, o da şudur: Has edebiyat okurunun okuduğu yazarın çok görünür olmasından mutlu olmadığını biliyorum. O hiçbir şeyi paylaşmak istemez. Dolayısıyla o benim çok önemsediğim okurun beni bazı anlarda reddettiğini ya da reddedebileceğini biliyorum. Ama orada da en azından kendime verdiğim bir cevap var, ben benim yazdıklarıma baksam, onlarla samimiyetle ilişki kurar, okumayı sürdürürdüm. Ben beni okurdum, onu biliyorum. Bu bana iyi geliyor.

Kitapta öyküden “Edebiyat apartmanının arada bir başı okşanması gereken sevimli çocuğu” diye söz ediyorsunuz. Üvey çocuk mu bu aynı zamanda?
Gerçekten bunun aslında edebiyat ulemasına sorulması lazım. Öykü mü roman mı kıyaslamasının hala yapılabildiği bir dünyaya sorulması lazım. Ben, okur olarak bunun ayrımını yapmam. Ama öykü ne yazık ki giderek böyle olmuştur. Kitapta da birazcık sezdirdiğim gibi, “Ben öykü yazıyorum” dediğim zaman o soru işareti olmuş gözler karşıma çıkmıştır. Hatta neredeyse “Üzülme, bir gün sen de roman yazarsın inşallah” ses tonuna kadar gitmiştir. Ticari olarak da sonuçta dizi mantığıyla bir şeyleri izlemeye, dinlemeye alışmış bir algının romanı daha fazla alkışlayacağı, ticari olarak yüceltilmiş bir tür olan romanın daha fazla kabul göreceği doğrudur. Bundan dolayı da kimse rahatsız olmasın.


“Babamın ölümüyle bu kitap sayesinde hesaplaştım”



“Bir De Baktım Yoksun”
Yektan Kopan
Can Yayınları
Fiyatı: 11 TL
KEŞFETYENİ
Aylardır beklediği oğluna kavuştu! 'Hoş geldin Pamir'
Aylardır beklediği oğluna kavuştu! 'Hoş geldin Pamir'

Cadde | 12.06.2025 - 12:23

Survivor yarışmasıyla adını duyuran Sahra Işık Aybirdi, bugün anne oldu.

Yazarlar