28.11.2017 - 15:43 | Son Güncellenme:
Üç öğrencinin birbirlerinin hayatlarını ve cinselliklerini test ettikleri ve nereye kadar gitmeye cesaret edeceklerini gösteren bir film... Isabelle ve erkek kardeşi Theo, anne babaları tatile gittiğinde Paris’te öğrenim gören Amerikalı öğrenci Matthew'u evlerine davet ederler. Üçlü, evde kaldıkları süre boyunca kurallarını kendilerinin koydukları akıl oyunlarıyla birbirlerinin duygularını ve cinselliklerini keşfe çıkarlar.Fransa'nın politik çalkantı içinde olduğu 1968 yılında geçen film, arka planda dönem gençliğinin yükselen sesini beyazperdeye yansıtıyor.
Paris’te aşk her yerdedir. Barlarda, kafelerde, Eyfel Kulesi’nin altında, metroda hep aşk vardır. Paris, seni seviyorum için çok sayıda uluslararası yönetmenden Paris’te geçen romantik bir hikaye anlatmaları istendi. Projeye katılan tüm yönetmenler, Paris’in zengin sinematografik tarihine rağmen, geriye bakmaktansa, Paris’i bugünkü haliyle, beyaz perdeye hiç taşınmamış yönleriyle aktarmayı yeğlediler. Bu nedenle “Paris, seni seviyorum” farklı sosyal sınıflar, kuşaklar, kültürler ve atmosferlerin karışımı. Her yönetmenin, kentin çeşitli yerlerinde geçen farklı yaşam kesitleri sunduğu sevinç, ayrılık, beklenmedik garip rastlantılar ve her şeyden çok aşka dair hikayelerden oluşan, çiçek dürbünü (kalediaskop) gibi bir film. Natalie Portman, Fanny Ardant, Elijah Wood, Nick Nolte, Juliette Binoche ve Steve Buschemi gibi, ünlü uluslararası oyuncularla ‘Paris, seni seviyorum’da Paris’i yeniden keşfedecek; dünyanın bu en romantik şehrine yeniden sevdalanacaksınız.
Jesse Amerikalı bir yazardır. Celine ise tipik bir Fransız kadınıdır. Bir gün Avrupa raylarında, Budapeşte'den Viyana'ya doğru yola çıkan bir trende karşılaşırlar. Birbirleriyle konuşacakları çok şey vardır. Konuşurlar da, ancak bunların hepsi bu yolculukla sınırlı kalmak durumundadır. Dokuz yıl sonra yeniden bir araya gelirler. Yine sadece birkaç saatleri vardır. Ancak yine konuşacak çok fazla şeyleri vardır. Linklater'ın sohbetler üzerinden akan filmi diyaloglarıyla izleyenini büyülüyor. Başroller yine Ethan Hawke ve Julie Delpy.
Evlilik hazırlığı yapan nişanlı çift Inez ve yazar Gil, Inez'in babasının iş gereği Paris'e gelmesini fırsat bilip, küçük bir tatil için bu gözde Avrupa şehrine giderler. Aslında her şey eğlence ve aşk dolu bu Avrupa kentini gezmekten ibaretken, damat adayı Gil'in Paris caddelerinde gece yarısı gezerken yaşadığı gerçeküstü maceralar birçok şeyi etkileyecektir.
Hayal gücüne maruz kalan şef Guasteu hayranı Remi, yeryüzüne çıkıyor ve kendisini Şef "Gusteau's" restoranının önünde buluyor. Bu restorana giriyor ve çöpçü çocuk Linguini'nin yanlışlıkla karman çorman ettiği çorbayı düzeltiyor ve çocuk onu fark edince kaçıyor. Çocuk peşinden koşuyor ve fareyi yakalıyor. Fareden yardım istiyor. Fare çocuğa yardım etmeye karar veriyor ve serüven başlıyor. Daha sonra farenin yardımıyla çocuk ünlü bir şef oluyor. Çocuğun Şef Gusteau'nun oğlu olduğunun öğrenilmesi üzerine restoran çocuğa kalıyor. Restoranın ününü duyan Gurme EGO'nun farenin getirdiği "ratatuy" yemeğini tadıp şefi görmek istemesi üzerine asıl şefin fare olduğu ortaya çıkıyor. Bunun ardından restoranın kapatılmasıyla yeni restoran açan Linguini fareyi şef yapar ve Gurme EGO farenin yemeklerinin hayranı olur.
Andre, şehrin yarısına on binlerce dolar olan borcu olan beceriksiz bir dolandırıcıdır. Kendi güvenliği için hapse girmek istesede giremez. Bir gün tesadüfen sorunlarının çözülmesine yardımcı olacak uzun bacaklı seksi Angel-a ile karşılaşır ve hayatı farklı bir yol almaya başlar.
Edith Piaf'ın bir konser esnasında sahnede bayılması ile başlayan film daha sonra onun çocukluk yıllarına giderek gelişimini gözler önüne seriyor. Çocukluk ve gençliği, kariyerinin gelişimi, hastalığı ve kariyerinin sonu sıra gözetmeksizin perdeye yansıtılıyor. Bu arada sanatçıyla özdeşleşen pek çok şarkıyı dinleme fırsatı veriliyor. Film yine onunla özdeşleşen Non, je ne regrette rien şarkısını Olimpiya müzikholünde seslendirmesi ile son buluyor.
Paris'te garsonluk yaparak, kendine özgü bir dünyada yaşayan saf, çekingen ve masum bir kızdır Amelie. Annesinin beklenmedik ölümü, babasının soğuk tavırları ve yaşadığı travmalar sonucu, sevimli ve boş şeylerle uğraşarak kendisine eğlence yaratmaya çalışsa da aslında hayatı sıkıcı bulduğu için kendisini son derece yalnız hissetmektedir. Bu kısır döngü Amelie’nin evde bulduğu bir kutuyu ve onun aracılığıyla sahibini keşfetmesiyle birlikte bir anda bıçak gibi kesiliverir... Amelie aşık olmuştur.
Jeanne, evlilik hazırlıklarını sürdürürken bir yandan da evlenince oturmak için bir ev aramaktadır. Bir gün çok beğendiği bir evi gezerken çok ilginç ve garip bir adamla tanışır. Paul, kendinden yaşça büyük ve tanıdığı bütün erkeklerden farklı bir adamdır. Aralarındaki çekime karşı koyamaz ve birlikte olurlar. Uzunca bir süre sadece birlikte olabilmek için bu evin çatısı altında buluşacak ama birbirlerinin dışarıdaki hayatlarına dair hiçbir soru sormayacak ve hiçbir şey bilmeyeceklerdir. Bu, Paul'ün ilişkilerinin devam edebilmesi için koymuş olduğu bir şarttır. Paul'ün karamsar ruhuna karşılık Jeanne'in capcanlı gençliği, koydukları bu sert kurallara dayanamayacaktır.
İki erkek ve bir kadın arasındaki üç kişilik aşkın sinema tarihindeki en güzel anlatımlarından biri olan Jules ve Jim, sadece aşk değil, dostluk üzerine de sözleri olan bir film. Yakın arkadaş olan Jules ve Jim’in hayatları, Catherine ile tanışınca bambaşka bir yöne doğru savrulur. Her ikisi de aynı kadına aşık olsa da Catherine, ilk başlarda sadece Jules’a ilgi duyar. Bildik kadın kimliğinin çok dışında bir karaktere sahip olan Catherine için hayat, alışıldık sınırların çok ötesinde bir anlam taşımaktadır. İlk zamanlardan beri Jim’in ilgisinin de farkında olan Catherine, yıllar sonra onunla da bir yakınlaşma içine girer. Catherine’i terketmeyi düşünmeyen Jules’un da varlığıyla bu unutulmaz üçlü, birlikte yaşamaya başlarlar.
Angela Paris'te bir kulüpte gündüzleri striptiz dansçısı olarak çalışmaktadır. Birlikte aynı evi paylaştığı Émile Récamier'e (Jean-Claude Brialy) aşıktır ve ısrarla ondan bir bebek yapmak istediğini söyler ama kendisine karşı fazla ilgili gözükmeyen Émile buna pek istekli değildir. Komşuları Angela'ya Madam Récamier diye hitab ederler ama onlar henüz evli değillerdir. Émile evlenme planlarını da sürekli erteler. Bebek meselesi yüzünden sürekli didişirler. Bu arada ortak arkadaşları Alfred de (Jean-Paul Belmondo) Angela'ya aşıktır ve sürekli olarak ona kur yapar. Émile'den beklediği ilgiyi göremeyen ve istekleri sürekli reddedilen Angela Alfred'le yatar, ama tekrar Émile'e döner. Birbirlerini sevdiklerini anlarlar ve bebek yapmaya karar verirler. Fimdeki ilginç mizansenlerden biri de çiftin birbirlerine küsüp konuşmadıkları zaman, evdeki kitaplıktan aldıkları birkaç kitabın başlıklarından seçtikleri sözcükleri göstererek birbirlerine laf çaktırmalarıdır.
Lamorisse bu film ile En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü'nü kazanmıştır. Bu bakımdan film kısa film kategorileri haricindeki kategorilerde Oscar kazanabilmiş tek kısa filmdir. (2007 itibarı ile) Film içinde diyalog olmadan bu ödülü kazanabilmiş ilk filmdir. Film ayrıca Cannes Film Festivali'nde kısa film dalında Altın Palmiye'ye değer bulunmuştur.Albert Lamorisse filmde kendi çocuklarını kullanmıştır. Oğlu Pascal Lamorisse başroldeki Pascal rolünü oynarken kızı Sabine küçük bir kızı canlandırmıştır.Film eleştirilerinin bulunduğu Rotten Tomatoes sitesinde yapılan 14 eleştirinin tamamı filmi olumlu yönde değerlendirmiş ve film %100'lük başarı oranına ulaşmıştır
İkinci Dünya Savaşı'nın, aşıkların ve şairlerin şehri Paris'i kırıp geçirdiği yıllar... Marion, tiyatro sahibi olan Lucas'la evli, başarılı bir aktristtir. Tiyatro ve sanatla dolu hayatları, savaşın getirdiği acı gerçekler ile dipsiz bir kuyuya doğru yuvarlanır.Lucas, Yahudi'dir ve İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Yahudi olmak en zor olan şeydir. Hayatta kalabilmek için ülkeyi terketmekten başka şansı olmadığını düşünen Lucas'ın tersine Marion, onu tiyatroda saklayabileceğini düşünmekte ve böylece tiyatroyu da kapatmalarına gerek kalmadan hayatlarını ve sanatı sürdürmeye devam edebileceklerine inanmaktadır. Sanat ve hayatın gerçekleri üzerine, François Truffaut'nun etkili çalışmalarından biri olan Son Metro, iki usta oyuncunun, Catherine Deneuve ve Gérard Depardieu'nun üstün performansları ile çarpıcı bir etkiye sahip.
1960'larda Paris'in Arap Mahallesi de denen yoksul bir kenar semtinde yaşayan ergenlik çağındaki Musevi çocuk Momo (Pierre Boulanger) annesi ve erkek kardeşi tarafından terkedilir. Birtakım psikolojik sorunları olan babası da kendisi ile fazla ilgilenmemektedir. Bütün gün kendi başına kalan Momo çeşitli din ve etnik gruplardan ve alt gelir grubundan insanın bir arada yaşadığı mahallede bulunan genelevlerdeki fahişelerle arkadaşlık edip aylak aylak dolaşır. Arada bir de Arap olduğunu zannettiği Müslüman bakkal İbrahim'in (Ömer Şerif) dükkânından ufak tefek şeyler aşırır. Bu küçük hırsızlıkların farkında olan ama ses çıkarmayan İbrahim bey oldukça ilginç bir insandır. Basit görünüşünün altında mistik bir felsefi derinlik taşımaktadır. Momo'ya şefkatle yaklaşır ve zamanla aralarında sıcak bir dostluk gelişir. İbrahim bey aslında Türk'tür, Fransa'da Müslümanlar genellikle Arap oldukları için kendisine bazıları "Arap bakkal" demektedirler. İbrahim bey Momo'ya Arap ve Müslüman olmanın farkını anlatır. Sufizm felsefesini benimsemiş bir Müslüman olan İbrahim bey sık sık ona Kur'an'dan ayetler okur, mutluluk ve yaşam felsefesi ile ilgili öğütler verir. Momo'nun babası intihar edip ölünce de onu evlat edinir. Bir araba satın alan İbrahim bey, evlatlığı Momo ile birlikte doğduğu topraklara, yani Anadolu'ya doğru şiirsel bir yolculuğa çıkarlar.
1899 yılında, genç ve yetenekli bir şair olan Christian babasına karşı gelip evinden ayrılır ve Paris'te Montmartre'ye taşınır. Orada bir müzik holde Satin adlı bir müzikhol yıldızıyla tanışır ve ona aşık olur. Satin de Christian'a aşık olmuştur, ama bu aşk tehlikelidir. Çünkü Satin Paris'in en ünlü ve zengin kişileriyle birlikte olan ünlü bir fahişedir.