ALİN TAŞÇIYAN
Sinema tarihçileri tarafından yedinci sanatın son büyük modernisti diye yüceltilen Yunanlı usta yönetmen Theo Angelopoulos İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin düzenlediği “Shifting Landscapes: Film and Media in European Context” başlıklı konferans için onur konuğu olarak dün, bir günlüğüne İstanbul’a geldi. Büyük usta, önce basının sonra öğrenci, akademisyen ve sinemaseverlerin sorularını yanıtladı.
Angelopoulos, ilk bölümü “Ağlayan Çayır”ı 2004’te izlediğimiz üçlemesinin ikinci filmi üzerinde çalışıyor. Filmde Willem Defoe, Harvey Keitel, Valeria Golino ve Bruno Ganz gibi oyuncular rol alıyor. Onu yakalamışken yeni projesini sorduk. Yönetmen, onun epik sinemasını sevenlerin gözlerini heyecanla parlatacak bir yapı oluşturmuş:
“Bu üçlemenin ikinci filmi ama Ağlayan Çayır’ın devamı değil. Aynı öyküye göndermeler yapıyor ve zamanda ileriye gidiyor, ama çizgisel filmler çekmem.
'Çizgisel anlatımı sevmem’
Bu filmde de zaman içinde gidiş gelişler olacak. Çizgisel anlatım da mümkün ama bana hiç cazip gelmez”.
Yunanlıların 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yaşadıkları siyasal göç ve sürgünün, önce yaşadıkları yerlerden anayurda dönüşlerinin sonra da anayurttan dünyanın dört bir yanına dağılışlarının bir destanı Angelopoulos’un üçlemesi. Bir sahnesinde bizi Özbekistan’a, Stalin’in ölüm gününe götürecek büyük usta, “Ağlayan Çayır”ın âşıklarını Taşkent’te buluşturacak!
“Bu filmde de göçler ve sürgün var. Bir yurt, bir ideal yuva arayışı var. Herkes kayboluyor. Sonradan birbirini buluyor. Aradan yıllar geçiyor. Kuzey Yunanistan’daki göçmen yerleşiminden ayrılan aynı karakterlerin yıllar sonraki hallerini göreceğiz ama ille da aynı karakterler olduklarını düşünmemiz şart değil. Hâlâ Eleni’nin öyküsünü anlatıyorum ama otomatikman aynı öykü değil bu. Geçmişle bağlantısını birebir kurmayacağım. Bu filmdeki Eleni, başka biri de olabilir. Bir sahnede 'Ağlayan Çayır’daki genç Eleni bu filmdeki Eleni’nin yanından geçip gidecek örneğin. Jean-Luc Godard’ın müthiş bir kısa filmi vardır 'Tout les Garçons s’apelle Patrick / Bütün Oğlanların Adı Patrick. Bu filmde de bütün kızların adı Eleni...”
Kuralcı bir yaklaşım yerine sinematografiyi, kurguyu, gerçekçiliği her filminde baştan yaratan Angelopoulos bu filminde de sinemaseverleri kendi büyüsünün içine davet ediyor: “Filmin bir anlatıcısı var. O anlatıcının anlattığı öyküyü dinleyeceğiz. Kurmaca gerçeğe dönüşecek”.
Bir düşünür de olan Angelopoulos filmlerinde siyasi tarihten yola çıkarken hayat, aşk, zaman, gerçek gibi genelleştikçe karmaşıklaşan, çok hakim olduğumuzu sanırken aslında yepyeni yönlerini keşfettiğimiz kavramlar üzerine yorumlar getiriyor:
“Bugün ile geçmiş arasındaki ilişki karışıktır. Geçmiş bugünü belirler ama geride kalmamıştır. Uzakta değildir. Bugün yaşanırken geçmiş de oradadır. Bugün ise bugündedir. Bu da anlatım biçimimizde bize esneklik sağlar. Gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkiyi de serbestçe kurarsanız, bir arada varolduklarını görürsünüz. O halde tek gerçek kurmaca olur. Filmlerimi rüyalarımda görüyorum. Gerçekliğim düşlerimdir.”