21.02.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:
Neremi neremi? Türkçeni!
* Hulki Aktunç
(Yazar, şair ve reklamcı)
ATV'nin Siyaset Meydanı'nda "Türkçe" vardı (12 Şubat)... Var mıydı? Türkçe'nin sorunları ortaya konulacak, tartışılacaktı... Olabildi mi? Kuşkuluyum doğrusu. Her zaman söylenen şeyler yinelendi: Yabancı sözcükler dilimizi istila etti; doğru düzgün konuşamıyoruz; yeni spikerler işi bozdu iyice; argoydu küfürdü gırla gidiyor, vb.
Köklü bir çözüm önerisinden geçtim, çözüm önerilerine doğru bir gidiş de sezemedim ben. Bizde böyledir: Sorunlar ötelerde çoktan boy göstermiştir; bekleriz sorunların çözümsüz hale gelmesini; yaygarayı da sonra basarız.Yinelemek istediğim bir düşüncem var: Türkçe'nin sorunlarını - "Siyaset Meydanı"nda da belirtmeye çalıştım - iki alanda irdeleyebiliriz... Konuşma dilimiz ve yazı dilimiz. Konuşma dilimiz, belli başlı yordamı olan, Türkçe'nin dehasını yansıtan vurgulama, tonlama inceliklerini hızla yitirmektedir. Spikerlerimiz, KARtal (semt olan) Belediye Başkanı diyemez, karTAL (kuş olan) Belediye Başkanı der oldular. Geçenlerde bir haber spikerinin, ENdonezya dediğine tanık oldum (hani, "donezya" diye bir şey var, o da "en" olan donezyadan söz ediyor)... Bir eğitim vakfının radyo spotunda, ilkokul öğrencileri "Türküm, doğruyum, çalışkanım, ilkEM" diyorlar (EM var, onun bir de "ilk"i var gibi)... Eskiden oyun oynamaya yarayan aşık kemiği şimdi "aşık" yerine geçer oldu. Vurgulama - tonlama mantığını yitirmiş bir dilin başına her şey gelir. Çünkü, iletişim gücü sakatlanır insanların. O sakatlandı mı, dil her yerinden sakatlanır kolayca. Artık bırakalım sözlükleri, yazım kılavuzlarını filan, sözlük kasetleri, sözlük cd'leri çıkaralım. Yoksa, Türkçe'yi doğru dürüst konuşan insan sayısı hızla azalıyor (Ubıhça konuşan son insan da öldüğü için yok olan o dile dönecek dilimiz neredeyse). Eğitim sistemimiz, dilin sağlığı açısından baştan aşağıya gözden geçirilmeli, eğitime öğretmenlerden başlanmalıdır.
Yazı dilimiz, aklına esen herkesin bası basıverdiği yazım kılavuzlarının kuralları altında oradan oraya savruluyor (Hakkı Devrim, çok doğru söyledi: Acaba başka hangi ülkede, isteyen herkes yazım kılavuzu çıkarabiliyor?) Yazarların dil yanlışlarını bulmakla tanınan kimi eleştirmen ve dilciler, dil yanlışının "feriştahını" yapıyor. Çünkü, dilimizin yazıdaki mantığı, sentaks ("sözdizimi" yeterince yansıtmıyor sentaks'ı, düzenleyim daha doğru gelir bana) sık sık yaralanıyor. Örnek vere vere dilimde tüy bitti. Bütün, ama bütün yayınların bir düzeltmeni olduğu gibi, bir de düzenleyim uzmanı olmalı diyorum.
Böylece, "Sarı sakallı yolda yürüyen Ali"lerden, "derin fikirlere dalıp birden mühendis olan emmisini düşünenler"den kurtulma olanağı - belki - doğar sanıyorum. Sonra, kimi "dışkıl" yanlışlardan kurtulmamız gerek... Bilimsel, felsefi kavramlara "Öztürkçe" karşılıklar ararken, kavramların tamı tamına örtüşmesi yaşamsal önem taşır... Freud'un "anal dönem" kavramını "dışkıl dönem" diye karşılamaya kalkışırsanız, adamın bütün sistemi çöküverir. Yinelerim, mantığı yaralı bir yazı dili ölüme ve iletişimsizliğe doğru yuvarlanır gider.Peki, ne yaptık "Siyaset Meydanı"nın Türkçe'sinde? Bu işin suçlusu kim, sorusuna yanıt ararken, filleri tanımlamaya çabalayan körler gibiydik. Yeniyetme spikerler suçludur; hayır, reklamcılar; yo, eğitim sistemi; aman efendim, bugünkü dil kurumu!
Sorarım size: Çocuk, dili nerede öğrenir? Öncelikle evde, sonra okulda öğrenir; sonra da haberleşme mecralarından etkilenir dili (yazılı, görsel, duysal basın)... Evi ailenin kültür düzeyi, okulu eğitim sisteminin düzeyi, medyayı da aslında ev ve eğitim sistemi belirler. Bu üçgenin düzeyini, dilin karşılaştığı tehlikeler açısından yükseltmezseniz, nice "Siyaset Meydanı"nın işkenceli 8 saatlerinde debelenir durursunuz. Doğru dürüst kültür siyaseti üretebilmek için, siyaset kültürünün varlığı en önemli şarttır. İkincisinin var olup olmadığını da yakınlarda, bu kez seçim meydanlarında göreceğiz.
* Kaan Çaydamlı
("Kaybedenler Kulubü" adlı radyo programının yapımcı ve sunucusu, yayıncı)
Her şey beklendiği gibiydi. Dışarda bahardan kalma bir İstanbul gecesi, içerde eski TRT sunucuları, Türkçe'yi bozan özel radyo yıldızları, Türkçe'yi bozmama duyarlılığıyla diksiyon dersi alan birkaç güzel kadın sunucu, üç edebiyatçı, bir öztürkçeci ve bize kalırsa gecenin en ilginç konuğu NLP'ci. Eski ve yeni sunucuların beklendiği gibi kavga etmedikleri, aksine derin bir hoşgörü ve Çöpdemir kaynaklı gösteriyle gülümsedikleri dakikalarda top bizim önümüze geldi, biz de ıskaladık.
Aslında orada bulunanlar arasında Türkçe'ye en büyük zararı veren iki kişi bizdik. Yaklaşık dört yıldır yapmakta olduğumuz radyo programıyla kendiliğinden oluşan, ikisi yayınlanmış yedi roman, çok sayıda fotokopi dergi, şiir, resim, fotoğraf ve bir yayıneviyle çevrelenmiş, bir akım oluşturduğu iddia edilen hareketin tam ortasında kalmıştık. Sırf Türkçe'yi değil, İngilizce'yi de bozan, deforme eden bir dil konuşmakta olduğumuzu, bulunduğumuz halka açık mekanlarda bizim gibi konuşan grupların ayırdına vardığımızda anladık. Sonuçta biz de çocukken "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna "Atatürk," diye cevap vermiş, en azından Oğuz Atay'ın ve Bilge Karasu'nun tüm kitaplarını okumuştuk. Gecenin en az konuşulan konusu 'Öztürkçe' konusunda ciddi bir refleksimiz, en azından sempatimiz vardı. Fakat hayat öyle değildi. Dil de.
Laboratuvarlarda şempanzelere altı yüz kelimeye kadar çıkan bir dağarcıkla anlaşmaları öğretilebilirken insanlar neden dört yüz kelimeyle konuşma konusunda direniyorlar? Özellikle TV ve radyolar insan hayatının içine bu kadar girmişken. Bunun yanıtı çok basit: Sanatın aksine, hayat kısa. İnsanların gündelik hayat içerisinde eski bir TRT sunucusu kadar düzgün ve uzun cümleler kurmaya ne vakitleri var ne de sabırları var. Cümle bitmeden cümlenin başını unutacağımız kelime ve anlatım zenginliğine sahip cümleleri ancak kitaplarda bulma ve kurma şansınız var. Doğal olarak en kısa zamanda ve en açık şekilde konuşmak gerekiyor gündelik hayat içinde. Bunun en önemli örneğini herhangi bir ortak nedenle biraraya gelen tüm küçülmüş insan gruplarında gözlemek mümkün. Böylesi gruplar ortak konunun ya da ilginin odağında başlayan ve gittikçe yayılan bir farklılaşmış dil kullanmaya başlıyorlar. Kelimeleri deforme edip yalnızca vurgulanış biçimiyle onlarca farklı anlamı aynı kelimeye yüklüyor ve işin en korkuncu yeni kelimeler türetiyorlar. Tüm alt kültürlerde kaçınılmaz olarak kendiliğinden oluşan 'başka türlü olmaz' bir şey bu.
Bu kadar az kelimeyle konuşan, yaşayan insanlar nasıl düşünce üretebilirler? Bu sorun gibi gözüken bir şey, çünkü insanların düşünce üretmek gibi bir dertleri zaten yok, sadece karmaşık durumlarla karşılaştıklarında kararlar vererek basitleştirmek ihtiyacındalar. Gündelik hayatın içinde, özellikle hayatımızın sıradan kısımlarını yaşarken en entelektüel olanımızın bile yaptığı şey budur.
Dili yıkmak mümkün mü? Yukarıda anlatmaya çalıştıklarım bunun güdüsel olarak sürekli bir şekilde yapıldığını göstermek içindi. Peki estetik bir yaklaşım olarak bu mümkün mü? Her sanatçı bunu yapmak zorundadır zaten. Eğer kendinize ait bir dil kuramadıysanız yaptığınız şey sanat olamaz. O yüzden imzasını görmediğimiz çoğu sanat nesnesinin yaratıcısını tahmin etmemiz olanaklı. Kaybedenler Kulübü'nde çok sık söylenen eski bir Kadıköy sözünün de dediği gibi "Dünyasını kaybedenler yeni bir dünya kurmak zorundadır."
Tüm gece boyunca cevap vermek istediğim tek kişi Emre Aköz'dü. "Biz yeraltıyız," dediğimde "Artık değilsiniz," yargısı için. Yeraltı olarak tanımlanan tüm hareketler - sanat akımlarından terör örgütlerine kadar - bir alternatif oluşturmak için var olurlar. 'Kendim için yazıyorum' diyen her yazar gibi 'Yeraltında kalmak istiyorum' diyen her oluşum da yalan söylüyordur. Sonuçta yeraltı ya da alternatif olarak tanımlanan her ne ise yerin ne kadar üstüne çıkarsa çıksın sisteme uygun hale ya da sistem ona hazır hale gelmedikçe yeraltında kalmaya devam etmek zorundadır. Kısaca sormak gerekirse: Yeraltı yeraltında mıdır?
* Selim İleri
(Yazar)
Siyaset Meydanı'nda Türkçe, hem de bitişik yazılmış "Neremi"nin yazılı - görüntülü - sözlü basını kasıp kavurduğu bir dönemde! Farklı bir tercih diye düşünmüştüm. Zaten Ali Kırca'nın bir düzey kolladığına öteden beri inandım.
Bununla birlikte Türkçe'mize ayrılmış Siyaset Meydanı'nın biraz dağıldığı, sağa sola savrulduğu, dahası, rayından çıktığı kanısındayım. Ne oldu, tam çözemedim. İmlaydı, telaffuzdu - bunlar şapkalı mı yazılacak, şapkasız mı? Ben bugün de şapkalı yazıyorum - derken, Sn. Jülide Gülizar'la Sn. Kadir Çöpdemir karşılıklı uzun uzun konuştular. Sn. Yıldo da tek başına uzun uzun konuştu. İlginç konuşmalardı, ne var ki, Türkçe'yi doğrudan ilgilendiren konuşmalar mıydı?
Sabahın üçünde söz handiyse rastlantı sonucu bana uğrayınca - belki de acımıştı biz konuşmayanlara Sn. Kırca -, yarı uykulu, yarı küskün, ne diyeceğimi kestiremez halde, neler söyleyeceğimi tasarlamışken, söylemek istediklerimin hepsini unutmuş olarak, galiba pek yavan bir şeyler geveledim.
Oysa Türkçe, anadil, usul usul terk ediyor bizi, sevgili okurlar! Ortak imla söz konusu değil. Ortak telaffuz söz konusu değil. Bunları geçtim, Türkçe'yi yalnızca 'konuşma' sanatına hapsetmeye kalkıştık. Bir dili yüce kılan, her şeyden önce, o dilin usta işi şiirleridir. Büyük, usta şairlerimizi genç kuşaklara sevdirebiliyor muyuz?
Elimde not kağıdı, Oktay Rifat'tan, Behçet Necatigil'den, Attila İlhan'dan dizelerle gitmiştim Siyaset Meydanı'na. O dizelerle geri döndüm. Sevgili Hülya Koçyiğit'in armağanı, azıcık eskimiş, ama benim için çok değerli kaşkolumu da oturduğum koltukta bırakarak, elbette bunaklığımdan. (Neyse, Rengin Hanım aradı, lütfedip ilgilendi. Bakalım bulunacak mı?)
Eve vardığımda üç buçuktu, televizyonu açtım, Sn. Feyza Hepçilingirler derdini anlatmaya çalışıyordu. O saatte kaç kişi dinler?! Hele, Türkçe gibi 'rating' dışı bir konu, günün en civcivli saatinde bile kaç kişiye ses yöneltebilir? İşte o, 'rating' içi konularla "Neremi"ye gelmiş, tıkanmış durumdayız.
Rahmetli ustamız Haldun Taner, bir yazısında, Türkçe coşmadan, Türkçe gülmeden, Türkçe öfkelenmeden, Türkçe şaşmadan söz açar. Bu rating ortaya çıktı çıkalı, gülmenin, coşmanın, öfkelenmenin, ünlemin Türkçe'si bizden el ayak çekti. Şimdi hepsini Amerikanca yapıyoruz:
Sevindik mi, eskiden, birbirimizi kucaklardık, öyle coşardık, bu Türkçe'ydi. Şimdi haldır haldır koşup, karşılıklı el çırpıştırıyoruz, sen koşup karşındakinin eline şaplak indiriyorsun, karşındaki de sana. Bu Amerikanca'dır. Ve kimse kaygılanmamaktadır...
Oysa o gece yılların Orhan Boran'ı Türkçe konuşuyor, Türkçe davranıyor, Türkçe hoşgörüyor, Türkçe'yi nasıl sevdiğini dile getiriyordu. Orhan Boran'ı özlemişiz...