Abbas Güçlü

Abbas Güçlü

aguclu@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Diyalog Hoca Bey, geçen hafta, "Türkiye'de ve Dünyada Yükseköğretim Yönetimi" isimli kitabına yönelik olarak yazdığım "Doğramacı çok değişmiş" başlıklı yazıma biraz alınmış. Fikirlerinin dünden bugüne değişmediğini, icraatlardaki farklılıkların yasalardan, iktidar baskısından ya da kendi dışındaki etkenlerden kaynaklandığını söylüyor. İşte mektubundan bazı satırbaşları: 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nu ben hazırladım. Kanunu hazırlamadan önce dünyadaki gelişmiş ülkelerin yükseköğretim yönetim sistemlerini mümkün olduğu kadar yerinde inceledim. Bunlardan, yararlanabileceğimizi düşündüklerimden esinlenmeye çalıştım.2547 sayılı Kanun'un 6 Kasım 1981 tarihli ve 17506 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan ilk metninde rektörün, ikisi akademik kökenli, ikisi de en az on beş yıl başarılı hizmet vermiş, tercihen devlet hizmetinde bulunmuş dört aday arasından seçilmesi öngörülmüştü. Dolayısıyla, başından beri savunduğum, rektörde profesör olma koşulunun aranmaması fikri yeni değildir. İlk yıllarda Anadolu üniversitelerinin hemen hepsine başka üniversitelerden adaylar önerildiğini, yapılacak ufak bir araştırma ortaya koyacaktır. Bugün de rektörün kendi üniversitesi dışından seçilmesinin yararlı olacağı konusundaki düşüncemi koruyorum.YÖK kurulduğunda Selçuk ve Dicle üniversitelerinin hukuk fakültelerinde tek öğretim üyesi yoktu. Dersler geçici olarak hâkim, savcı ve avukatlarca verilmekte, "uçan profesör" denilen öğretim üyeleri sınavlar için gelip gitmekteydi. Bu nedenle 2547 sayılı Kanun'la profesörlüğe yükseltilme ve atanma için bir başka üniversitenin öğretim üyesi olma ve tam gün çalışma koşulu getirilmişti. Ancak, daha sonra TBMM'nin yaptığı değişikliklerle bu ilkeler kaldırıldı. Rektör adaylarının YÖK'çe belirlenip cumhurbaşkanınca atanması ilkesinin yerine, rektör aday adaylarının öğretim üyelerince belirlenmesi ilkesinin getirileceğini öğrendiğimde zamanın başbakanını ziyaret ederek bunun sakıncalarını arz ettim. Sayın başbakan bana katıldığını; ancak, koalisyon ortağının bu konuda ısrar ettiğini; koalisyonun devamı için bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu belirtti. Söz konusu değişikliği getiren 3826 sayılı Kanun yürürlüğe girince YÖK Başkanlığı ve üyeliği görevlerinden istifa ettim. Üniversitelerin aynı kategoride olmaması konusu da yeni değildir. Bu konudaki önerimiz kabul edilmiş ve 3 Nisan 1991 tarih ve 3708 sayılı Kanun'la özel statülü üniversiteler yürürlüğe girmiştir. Ne var ki, Anayasa Mahkemesi 29 Haziran 1992 tarih ve 1992/42 sayılı kararla bu hükmü iptal etmiştir. O halde geçmişten beri üniversiteleri aynı potada görmediğim, bu konudaki fikirlerimin yeni olmadığı açıktır.Doğaldır ki, dünyadaki gelişmeler göz önünde tutularak zamanla üniversite yönetiminde bazı değişiklikler olabilir. Bununla birlikte, kitabımda önerdiğim konular büyük çoğunlukla 2547 sayılı Kanun'un yürürlüğe giren ilk metninde yer almaktadır. Bunların arasında, dünyada da pek çok örneği bulunan, YÖK'ün oluşmasında kurul üyelerinin º'ünün sivil toplum örgütlerinin üyelerinden seçilmesi önerisi yenidir. Kitapta açıkça görüleceği gibi, başlıca önerim de 2547 sayılı Kanun'un ilk haline dönülmesidir. YÖK döneminde yükseköğretimde okullaşma oranının yüzde 6.3'ten 34.5'e; öğrenci sayısının 232.627'den 1.543.845'e; öğretim elemanı ve öğretim görevlisi sayısının toplam 20.244'ten 84.785'e; Türk bilim adamlarının uluslararası atıf endekslerince taranan bilimsel makalelerinin sayısının 386'dan, 16.266'ya ve uluslararası sıralamada ülkemizin 41. sıradan 18. sıraya yükselmesi acaba bir başarı sayılmaz mı? Özetin özeti: Ne kadar inandırıcı o artık size kalmış. aguclu@milliyet.com.tr Prof. Dr. İhsan Doğramacı, YÖK'ün, Hacettepe'nin, Bilkent'in kurucusu ve daha pek çok üniversitenin de mimarı. Ama kimilerine göre de Türk yükseköğretimini evrensel değerlerden uzaklaştırıp dar kalıplar içerisine sokan bir isim.