Ali Perşembe

Ali Perşembe

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Afrika’daydım. Siyah Afrika diye öğrenmiştik. Halbuki rengârenk. İlk durak Botsvana idi. Türkiye’nin dörtte üçü büyüklüğünde ama sadece 2 milyon nüfusu var. Öyle olunca kişi başı GSYH’si de bizimkinden yüksek oluyor. 1966 yılında bağımsızlığın kazanılmasından beri hızla büyüyor. İyi yönetim, akıllı hükümetler, doğru makroekonomik ve mali politikalarla ekonomisi kendisini Afrika’nın makus talihinden kurtarmış. Güney Afrika Cumhuriyeti’nden sonra kıtada yolsuzluğun en az olduğu, fikri ve sınai hakların en iyi korunduğu ve en refah siyah ülkesi. Doğa muhteşem. Safari unutulmaz bir deneyim. Zebra, zürafa, antilop, fil dolu ortalık. Şanslıyız çünkü aslanlara, leoparlara ve hatta bir çitaya rastlıyoruz. Kaldığımız kamp sanki filmlerden çıkma.
Beyazlar nüfusun sadece yüzde 3’ünü oluşturuyor, ama kampların çoğunun patronu onlar. Yöneticiler de beyaz. Yerleri süpüren, çarşafları yıkayan, bavulları taşıyanlar ise... Evet, siyahlar. Dağda, taşta, su yatağında, kayada, kumda, biraz suda ve neredeyse havada bile gidebilecek tank gibi dört çekerlerde geziyoruz savanayı. Kaptanımız Kitso. Kalanga kabilesinden. Botsvanalı her altı kişiden biri gibi HIV virüsü taşıyor. Savananın hayvanları gibi bir doğa harikası. Dört çekeri Schumacher’in Formula 1 arabalarını sürüşünden bile iyi kullanıyor. Geçtiğimiz her patikanın hikâyesini anlatıyor. Hayvanların izini sürüyor, kokluyor, hissediyor, karanlıkta görüyor. Kızgın güneşin altında, gece karanlığında, kafası bozuk fillerin ortasında, kötü bakan aslanların karşısında; arkasında çatır çutur resim çeken beyaz çaylaklara güven telkin ediyor. Sabah uyandıran o, sıkışıp çalıya gidenin nöbetini tutan o, her şeyi tamir eden o. Hayatını da dinledik. İki anneyle büyüme, koleraya ve AIDS’e kaybedilen kardeşler, kafasında 4 kilometre su taşıyan eş, ambulans olmadığı için virüse kurban edilen bir göz. Okumuş, sıyrılmış. Rehberlik yapıyor, köyüne para götürüyor.

Bağdat Caddesi fiyatına sepetler
“Yeter artık. National Geographic’te ne kadar canlı varsa gördük, bize köyünü göster” diyoruz. Bayılıyor bu fikre. Saz damlı evlerin önünde cıbıl koşuşturan çocuklar, meraklı ama çekingen bakışlarla gelen beyazları süzen gençler ve beyazın her gelişinde çantasında belâ getirdiğine şahit olmanın verdiği tedirginlikle bekleşen yaşlılar bulma ve biz... “Beyaz adam, Medeniyet. Para. Okulunuza yardım yapalım” beklentisinin heyecanı köye varınca yerini bizimle fazla ilgilenmeyen, seri imalâttan çıkma sepetleri Bağdat Caddesi fiyatlarına satan, dik yürüyen, mağrur insanların manzarasına bırakıyor. Gururlular, toklar. Afrika’nın en sorunsuz yerlerinden biri Botsvana.
Kampımız Botsvana, Güney Afrika ve Zimbabve sınırlarının birleştiği yerde. Antiloplar zıp zıp ordan oraya geçiveriyorlar. İnsanlar için pasaport gerekli. Zaten oralarda kimse Zimbabve’ye geçmek istemiyor. Botsvana’nın başarı hikâyesinin yanı başında sınıfta kalmış bir ülke. Hiperenflasyon, yoksulluk, yolsuzluk ve bir diktatörün pençesinde.

Oy getiren göçmenler
İkinci durağımız Güney Afrika Cumhuriyeti. Bir başka başarı hikâyesi. Gelişmekte olan ülkeler modasının önde gidenlerinden. Kişi başına düşen gelirleri bizimki kadar. İstikrarla büyüyorlar. Patron mu? Beyaz adam elbette. Çiftlikler, bağlar, madenler, fabrikalar, bankalar, malikâneler beyaz adamın. Siyahlar daha 1990’dan beri hürler, ama 200 yıl boyunca bastırılmış, çalıştırılmış ve okutulmamışlar. Sadece hürriyet karın doyurmuyor. Ülkeyi, Mandela’nın 27 yıllık tutsaklığının bitişinden beri (1994) siyah çoğunluğun partisi ANC yönetiyor. ANC açık sınır politikası uyguluyor. Sınırlar kuzeyden gelen her Afrikalı’ya açık. Ne kadar çok Afrikalı gelirse ANC’ye o kadar oy demek. “Afrika Afrikalılarındır” nakaratı yetmiyor. Başarı hikâyesi bu kadar Afrikalı’yı besleyemiyor.

Buazizi boşa öldü
Milyonlarca siyah 2 metrekarelik çinko damlı derme çatma gecekonduların üst üste serpiştiği “township” denilen yüz karası bölgelerde yaşam savaşı veriyor. İş yok, yemek yok, uyuşturucu çok, cinayet çok. Uçaktan, otoyoldan izliyorsunuz ibretle. Kalp dayanmıyor. İç parçalıyor manzara. Çamaşırlar asılı, çöpler alabanda, yalın ayak çocuklar, sıvalar, boyalar. Renkler birbirinin içine geçmiş. Kan rengi, pus rengi, iltihap rengi, gözyaşı rengi, AIDS rengi. Rengârenk Afrika.
Dönüş uçağında gazete okuyorum. Gittiğimiz yerlerin 4 bin kilometre kuzeyinde Ekvatoryal Gine var. Dikta rejimi. Diktatörün oğlu, Abramoviç’inkinden sonra dünyanın en büyük yatını yaptırmak için 380 milyon dolar harcayacakmış. Ülke GSYH’sinin yüzde 3’ü. Yıllık sağlık ve eğitim harcamalarının üç misli. Buradan bir 4 bin kilometre daha kuzeye gidin. Varın Akdeniz kıyısına. Deniz mavisi, çöl sarısı, Nil yeşili. Boşa öldü zavallı Tunuslu Muhammet Buazizi. Yaktı kendisini uğruna karın tokluğunun ve hürriyetin. Kuzey Afrika’yı, Arabistan ellerini sömüren diktatörlerin uyuttuğu insanları uyandırdı. Uyandırdı da... Hakim renk hâlâ siyah. Afrika kadar siyah... Petrol siyahı.

Rengârenk Afrika