Yaz sıcağında pek az kişi YAŞ’la ilgileniyor. Şu aralar klima fiyatlarındaki indirimler, hangi generalin nereye tayin edileceği konusundan daha fazla ilgisini çekiyor şıpır şıpır terlemekle meşgul Türk milletinin
Yine de tabii bu hafta YAŞ atamalarının kilitlenmesiyle yaşanan devlet krizi, siyasetin en önemli gündemi. 12 Eylül’deki referanduma bir ay kala yaşanan bu gelişme, miting meydanlarında da merak konusu. Sahi bu olaylı YAŞ, referandumu nasıl etkiler? Seçmen, “Bravo Erdoğan’a; sıkı durdu, askere sözünü geçirdi!” diye Evet’e mi kayar, yoksa “Terör kol gezerken kahraman komutanlarla uğraşıyorlar” diyerek hükümeti Hayır’la cezalandırma yoluna mı gider?
Evet-Hayır başa baş gibi
Gerçek şu ki, zaten Hayır’cılar da, Evet’çiler de bu son dönemeçte çoktan kararını vermiş durumda. A&G Araştırma’dan Adil Gür, Evet ve Hayır’ların üç aşağı beş yukarı başa baş olduğu görüşünde. Ayşe Teyze de, emekli hâkim Yıldırım Bey de çoktan kararını vermiş durumda. (Ve bu karar artık “HSYK’ya kim, kimi, nasıl seçsin?” meselesi değil, “Tayyip Erdoğan’dan memnun musun?” oylamasına dönüyor.
Peki çoğunluk kararını verdiyse, o zaman liderler neden haldır haldır memleketi turluyor? Çünkü referandum sonucunu, Evet ya da Hayır kararını vermişçoğunluk değil, yüzde 10-15’lik kararsızlar belirleyecek. Örneğin, normalde BDP’ye oy verip bu seçimde Evet demeyi düşünen Diyarbakırlı ya da tam tersi 2007’de Ak Parti’ye oy vermiş ama son dönemde açılımdan rahatsız olup Hayır’a meyleden Kayserili...
Peki son YAŞ gerilimi bu “ortadaki” kitleyi ne yönde etkiler? Ak Parti’nin kamuoyu yoklamalarını yapan Pollmark, uzun süredir Evet’lerin Hayır’ların önünde olduğu görüşünde. Ancak Pollmark’ın da başından beri mercek altına aldığı kesim, şirket kurucularından Ertan Aydın’ın Temmuz başındaki röportajımızda “Ak Parti içinde devlet refleksine sahip kesim” diye tanımladığı merkez sağ seçmen.
Ak Parti’nin kaybetmek istemediği bu kitle, Milli Görüş çizgisinden gelmeyen, olaylara partizan bakmayan, geçmişte diğer sağ partilere oy vermiş muhafazakâr seçmen. Bu seçmen genelde Tayyip Erdoğan’ı seviyor, sivilleşme ve demokratikleşme istiyor, ancak “devletle kavga”, “devleti ele geçirme” ya da “gerilim” gibi lafları duyunca rahatsız olup başka yönlere bakmaya başlıyor. Güçlü bir Tayyip Erdoğan görmek istiyor, ancak o Tayyip Erdoğan’ın “Askerle uğraşıyor” görüntüsünden hoşlanmıyor.
Merak edilen, YAŞ krizinin bu seçmen üzerindeki etkisi. Milliyet okurlarından posta kutuma gelen e-mail’ler, genelde hükümete yönelik bir tepki dalgasının arttığına işaret. Sadece o e-mail’lere baksam, Hayır’ların patlama yaptığı sonucuna varacağım. Ancak bu sağlıklı bir veri tabanı değil, çünkü Milliyet okuru (hele de bilgisayarının başına oturup yorum yazan okur) genelde laiklik hassasiyeti yüksek, sosyal demokrat bir kitleyi temsil ediyor.
Siviller seçer ama...
Sivil irade, kuvvet komutanlarını belirleyemez mi? Türkiye’nin gündemindeki en önemli soru bu.
Tabii ki seçilmiş hükümetler, birlikte çalışmak istedikleri komuta kademesinde ağırlıklı söz sahibi olmalıdır. Hiçbir başbakan “Kusura bakmayın teamül böyle; işte listemiz. İmza lütfen” emrivakisini kabul etmek zorunda değil.
Ancak kuvvetler ayrılığının olduğu hiçbir ülkede de, Başbakan’ın o gün YAŞ’ta itiraz ettiği generalle ilgili, ertesi gün bir savcının soruşturma kararı çıkardığını, internet sitelerinin ailesiyle ilgili özel görüntüleri yayımladığını da göremezsiniz. Birinci Ordu Komutanı Hasan Iğsız’ın Başbakan’dan veto yemesinin ardından Ergenekon savcıları tarafından ifadeye çağrılması da, TSK ile hükümet arasında uzlaşma olunca Balyoz savcılarının “O zaman Balyoz’da adı geçen muvazzafları tutuklamaktan vazgeçtik” noktasına gelmeleri de, bu ülkede her şeyin artık ne kadar anormal bir hale geldiğinin göstergesi.
Ama gelin biz baştaki soruya dönelim: Sivil irade komuta kademesini belirleyebilir mi? Dün araştırırken öğrendim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde aslında medyada anlatıldığı gibi “Sırası gelen komutan olur” gibi bir terfi sistemi yok. Terfilerde 3 kriter var: Söz konusu komutanın bir önceki terfi sırası, yapmış olduğu görevlerden kaynaklanan başarı ve puanlama (performans kriteri) ve üsleri tarafından verilen genel ahlak ve askerlik prensiplerine uygunlukla ilgili düşünceler. Sonuncusu dışında ilk ikisi somut rakamsal verilere dayanıyor.
Dün konuştuğum bir uzman, TSK terfi sisteminin “sivil iradenin ideolojik atamalarını önlemek” amacıyla dizayn edildiğini söyledi: “Sistemin amacı, siyasi iradenin hiçbir biçimde askerler arasında ideolojik, mezhepsel veya etnik taraf tutmasına izin vermeyen bir mekanizma oluşturmak.” Bu ne demek? Bana aktaran uzman, TSK terfi sisteminin “Herhangi bir şekilde Arnavut, Çerkez, Alevi, Kürt, Sünni gibi kimlik ayrımlarına izin vermeyen, etnisite ve mezhep körü bir sistem olduğunu” aktardı.
Bu açıklama ilgimi çekti. TSK komuta kademesini genelde “kimlikler bütünü” olarak değil, “kimliksiz” bir güruh olarak düşünüyoruz. Sanki analarından “or” doğmuşlar. Bu sistemin başarısı. Oysa onlar da toplumun içinden çıkıyor.
Ama yine soruyorum: YAŞ üyesi olan savunma bakanı ile eşbaşkanı olan başbakan, atamalarda diğer 15 generalden daha ağırlıklı söz hakkı olmamalı mı? Hatta ileride ABD’de olduğu gibi orgeneraller arasında kendi çalışacağı “müşterek kuvvet komutanı”nı seçmesi, Türk ordusuna ne zarar verebilir?
Aldığım cevap şu oldu: “Prensipte bunda bir sakınca yok. Ancak burada incelik, sivil iradenin neye göre karar verdiğini, kriterlerini açık şekilde deklare etmesi ve siyaset yapmaması. Eğer Türkiye’de siyasi iradeler etnik, mezhebi ve ideolojik olarak “kör” olma, taraf tutmama garantisi verebilirlerse, orgeneraller arasından dilediğini yapabilir. Ancak aksi takdirde orduya siyaset karışır, her etnik milis gücünün ayrı temsil edildiği Lübnan ordusuna benzeriz.”
Mavi Marmara baskını konusunda kurulacak BM komisyonu daha faaliyetlerine başlamadan, Türkiye ve İsrail arasında görüş ayrılığı çıktı.
Aslında her iki ülke de mevcut haliyle bu komisyonu Washington’un bastırmasıyla kabul etti. İsraillilere kalsa, asla BM bünyesinde bir uluslararası soruşturmaya evet demezlerdi. Ankara’ya kalsa da, asla “özür” ve “tazminat” taleplerini yumuşatıp, “Ama en önemlisi komisyon” noktasına gelinmezdi.
Hele de kurulacak komisyon gerçek bir soruşturma yapmak yerine sadece iki ülkenin vereceği “ulusal raporları” değerlendirmekle görevliyse...
Fakat belli ki Washington araya girince iki taraf da birer adım attı, “krizi zamana yayarak yumuşatması” telkiniyle BM komisyonu kuruldu.
Komisyonun kurulmasına itirazımız yok ve hükümetin BM’ye göndermeyi planladığı emekli büyükelçi Özden Sanberk de bu görev için biçilmiş kaftan. İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi, uzun vadede her iki ülkenin de çıkarınadır.
Ancak bu orta yol formülünün iç politikada Ak Parti’nin başını ağrıtmaması mümkün değil. Mavi Marmara baskını sonrasında hükümet cephesinden İsrail’e büyük bir gözdağı verilmiş, “İlişkileri keseriz“ denmişti. O zaman “Bu bizim 11 Eylül’ümüz” diyen hükümetin, seçim yılına girerken tek görevi “iki ülkenin verdiği ulusal raporları incelemek” olacak bir komisyonla yetinmesi, muhalefetin gözünden kaçmayacaktır.
İki gün sonra Kemal Kılıçdaroğlu ya da Devlet Bahçeli meydanlarda “Hani özür istiyordunuz?” diye yüklenmeye başlayacaktır.
Bir yandan ABD baskısı, bir yandan da Mavi Marmara sonrası kendi açıklamaları arasında sıkışan hükümetin işi zor. Anlaşılan bu komisyon kendisi inceleme yapmayacak, verilen raporlara göre karar verecek. İsraillilerin elinde kendi ordularının hazırladığı bir rapor var. Oysa Türkiye bu konuda bir “ulusal komisyon” kurmuş değil. BM’ye otopsi raporlarını, tutanaklarıi, varsa savcıların topladığı ifadeleri vermeyi planlıyor. Ne ölçüde etkili olur?
Bu durumda BM komisyonunun Türk kamuoyu açısından ikna edici bir platforma dönüşmesi kolay gözükmüyor.
“Peki komisyondan ne çıkar?” derseniz, sonucu şimdiden tahmin etmek zor değil. Birleşmiş Milletler’in yaptığı birçok iş gibi “ne şiş yansın ne kebap” misali, “Biraz o, biraz bu suçlu” denir herhalde. Fatura biraz İsrail ordusu, biraz da İHH’ye kesilir.
Demek adalet, bazen de pazarlıkla geliyor...